Batı’nın Demokrasi Söylemi: İdeal mi, İstismar mı?

0
Batı’nın Demokrasi Söylemi: İdeal mi, İstismar mı?
Demokrasi, tarih boyunca en çok yüceltilen siyasal sistemlerden biri olmuştur. Ancak bu kavram, gerçekten halkın kendi kendini yönettiği bir sistem mi, yoksa belli güç odaklarının kendi hegemonyalarını meşrulaştırmak için kullandığı bir vasıta mı?

 Antik Yunan’dan günümüze uzanan demokrasi telakkisi, kimilerince Batı’nın kendi menfaatlerini muhafaza etmek için dizayn ettiği bir strüktür olarak değerlendirilmektedir. 

Tarihsel Arka Plan

Demokrasi kavramı, kökeni itibarıyla Yunanca “demos” (halk) ve “kratos” (güç, iktidar) kelimelerinin birleşiminden meydana gelmektedir. Ancak bu kavramın tarih boyunca ne manaya geldiği ve kimin faydasına işlediği, tartışmalı bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Antik Yunan’da “demokrasi” denildiğinde, aslında yalnızca belirli bir azınlığın, yani özgür erkek yurttaşların yönetimde söz sahibi olduğu bir düzen kastedilmiştir. Kadınlar, köleler ve metoikler (yabancılar) bu sistemin haricinde bırakılmıştır. Esas itibariyle, Antik Atina demokrasisi dahi, modern anlamda tam manasıyla bir halk yönetiminden ziyade, belirli bir zümrenin iktidarının meşrulaştırılmasına hizmet eden aristokratik bir düzen olarak vücut göstermiştir. Bu bağlamda, Platon ve Aristoteles gibi filozofların demokrasiye yönelik tenkitleri dikkate değerdir. Platon, “Devlet” adlı eserinde demokrasiyi, halkın ihtiraslarına kapılarak popülist ve niteliksiz liderleri iktidara getirdiği bir yönetim şekli olarak betimlerken, Aristoteles ise “Politika” adlı eserinde demokrasiyi, halkın menfaatlerini gözetmeyen ve çürümeye meyilli bir yönetim şekli olarak tanımlamıştır.

Orta Çağ boyunca, Avrupa kıtasında feodal yapının hâkimiyetiyle birlikte monarşik yönetim telakkisi hâkim olmuştur. Bu dönemde “kutsal krallık” anlayışı uyarınca, iktidar Tanrı’nın bir lütfu olarak görülmüş ve halkın iradesi tamamen göz ardı edilmiştir. Ancak Aydınlanma Dönemi’yle birlikte, kişinin ve halkın yönetimde söz sahibi olması gerektiği fikri giderek yaygınlaşmıştır. 18. yüzyılda Jean-Jacques Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” adlı eseri, halk hâkimiyeti fikrini temellendiren başlıca kaynaklardan biri olmuş ve demokratik yönetimin teorik zeminini tahkim etmiştir. Bu bağlamda, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi (1776) ve Fransız Devrimi (1789), halkın yönetimde doğrudan rol oynaması gerektiği fikrini kurumsal bir boyuta taşımıştır. Ne var ki, bu süreçte de demokrasi kavramı, geniş kitleleri değil, esas itibarıyla belirli bir sınıfın menfaatlerini muhafazaya yönelik bir mahiyet arz etmiştir. Fransız Devrimi nihayetinde teşkil edilen demokratik sistemler dahi, büyük ölçüde burjuvazinin lehine gelişmiş; kadınlar, etnik azınlıklar ve alt sınıflar uzun süre bu düzenin dışında tutulmuştur.

19. yüzyılda sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte, demokrasi düşüncesi, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde şekillenmiştir. Bu dönemde klasik liberal düşüncenin etkisiyle, demokrasi kişisel haklar ve ekonomik özgürlükler ekseninde ele alınmış, ancak ekonomik eşitsizliklerin büyümesiyle birlikte bu sistemin gerçekten halkın iradesini yansıttığı hususunda ciddi şüpheler doğmuştur. Karl Marx, “Kapital” adlı eserinde burjuva demokrasisinin, gerçekte sermaye sahiplerinin iktidarını meşrulaştıran bir vasıta olduğunu ileri sürerek, seçim mekanizmalarının halkın doğrudan iradesini yansıtmaktan ziyade, ekonomik gücü elinde tutan sınıfların menfaatlerini korumaya hizmet ettiğini belirtmiştir. 19. yüzyılın sonlarına doğru, işçi sınıfının ve kitlesel hareketlerin yükselişiyle birlikte, evrensel oy hakkı ve sosyal hak talepleri kuvvetlenmiş, fakat demokrasi, özünde sınıfsal bir niteliğe sahip olmaya devam etmiştir.

20. yüzyıla gelindiğinde, demokrasi söylemi küresel ölçekte yaygınlaşmış ve modern ulus-devletlerin temel yönetim şekli olarak benimsenmiştir. Ancak bu dönemde de demokrasi, ekonomik eşitsizlikleri derinleştiren bir mekanizmaya dönüşmüştür. Kapitalizmin ve neoliberal politikaların yükselişiyle birlikte, seçim süreçleri ve parlamenter sistemler, geniş halk kesimlerinin gerçek manada yönetimde söz sahibi olmasını sınırlayan vasıtalar hâline gelmiştir. Antonio Gramsci, “hegemonya” kavramı çerçevesinde, burjuva sınıfının yalnızca ekonomik gücüyle değil, kültürel ve ideolojik aygıtlarla da iktidarını sürdürebildiğini ifade etmiş ve demokrasinin bu çerçevede ele alınması gerektiğini vurgulamıştır. Günümüzde de demokratik düzenler, büyük ölçüde sermaye gruplarının ve medya aygıtlarının yönlendirmesiyle şekillenmekte, halkın iradesi belirli menfaat çevreleri tarafından yönlendirilmektedir.

Demokrasi tarih boyunca her dönemde farklı şekillerde zuhur etmiş, ancak çoğu zaman belirli bir sınıfın menfaatlerini koruyan bir vasıta olarak kullanılmıştır. Halk hâkimiyeti fikri teorik olarak cazip olsa da pratikte ekonomik ve politik güç dengeleri doğrultusunda şekillenmiştir. Günümüzde demokrasi tartışmaları, bu sistemin halkın gerçek taleplerini ne ölçüde yansıttığı suali etrafında şekillenmekte ve farklı ideolojik perspektiflerden ele alınmaktadır.

Batı’nın Demokrasi Söylemi

Batı, demokrasiyi hürriyet ve müsavat (eşitlik) ilkeleri üzerinden yücelterek kendisini medeniyetin zirvesi olarak takdim etse de tarih boyunca bu idealin pratikte nasıl sınırlandırmalar koyduğuna defaatle şahit olunmuştur. Demokrasi, Batı için bir gaye olmaktan ziyade, siyasal ve ekonomik menfaatlerin teminat altına alınmasını sağlayan bir vâsıta olarak kullanılır hale gelmiştir.

Amerikan sosyoloğu Charles Wright Mills, ABD’de siyasal iktidarın aslında büyük iş adamları, parti liderleri ve askerî elitler tarafından kontrol edildiğini ileri sürerek demokrasinin gerçekte bir oligarşik yapıya hapsolduğuna dikkat çeker. Benzer bir fikri Fransız filozof Jacques Rancière de dile getirerek, modern demokrasinin halkın iradesini yükselten değil, aksine belirli sınıfların hegemonyasını pekiştiren bir mekanizma olarak işlediğini vurgular.

Demokrasi söylemiyle idealize edilen Batı halkları, tarih boyunca bu ideali bizzat kendileri ihlal etmiştir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde “Bütün insanlar eşit yaratılmıştır.” ilkesi takdis edilirken, aynı dönemde ABD’de kölecilik bütün sertliğiyle devam etmekteydi. Abraham Lincoln’ün Gettysburg Konuşması’nda halk yönetiminin halka dayanması gerektiğini savunmasına rağmen, siyahilerin, yerli halkların ve diğer marjinalleşmiş grupların yasal haklardan mahrum bırakılması bu söylemin ancak belli bir zümrenin menfaatleri için geliştirildiğini teşhir etmektedir.

Aynı ikiyüzlülük, Avrupa’nın sömürgecilik döneminde de alenen sergilenmiştir. Fransız Devrimi’nin “Liberté, Égalité, Fraternité” (Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik) ilkeleri Fransa için bir iftihar vesilesi olurken, aynı Fransız hükûmeti Cezayir’de, Tunus’ta ve Fas’ta milyonlarca insanı sömürerek baskıcı rejimlerini tesis etmeyi sürdürmüştür. İngiltere, Hindistan’da, Afrika’nın muhtelif bölgelerinde ve Ortadoğu’da halkların kendi kaderini tayin hakkını hiçe sayarak fiilî bir tahakküm kurmuştur. Bu durum, Batı demokrasisinin kendi hudutları dışında büyük bir paradoks olarak zuhur ettiğini teşhir eder.

Günümüzde Batı’nın demokrasi anlayışı, küresel siyasette de belirgin bir şekilde çifte standartlarla yoğunlaşmıştır. 11 Eylül saldırıları sonrasında, “demokrasi ve insan haklarını koruma” bahanesiyle Afganistan ve Irak’a askeri müdahalelerde bulunulmuş, ancak bu coğrafyalarda demokrasi inşa edilmek bir yana dursun, büyük bir kaos ortamı meydana getirilmiştir. Ortadoğu’da halk iradesiyle seçilmiş bazı iktidarlar Batı tarafından tanınmazken, bölgeyi sıkı bir otoriter rejime mahkûm eden diktatörlere destek verilmesi, demokrasi söyleminin ideolojik bir manipülasyon vasıtası olarak kullanıldığını teşhir etmektedir. Robert Kaplan, bu durumu şu sözlerle ifade eder: “Batı’nın demokrasi ihracı, çoğu zaman otoriter yönetimleri meşrulaştırmaya yönelik bir araçtır.”

Batı’nın demokrasi söylemi, kendi menfaatlerini muhafaza etme gayesine hizmet eden bir rıza üretme mekanizmasına dönüşmüştür. Demokrasi, halkın iradesini ön planda tutan bir sistem olarak sunulsa da bizzat bu ideali savunanlar tarafından belirli sınıflar, coğrafyalar ve kültürler için uygulanabilir görülmemektedir. Bu da Batı’nın demokrasiyi bir evrensel değer olarak sunarken aslında kendi hâkimiyetini tahkim etmek için kullandığı en büyük delillerinden biridir.

Demokrasi ve Küresel Siyaset

Soğuk Savaş’ın nihayete ermesiyle birlikte, Amerika Birleşik Devletleri, “demokrasi ihraç etme” retoriği altında müdahaleci politikalarını tahkim etmiştir. Ancak bu siyaset, gerçekte Batı’nın iktisadî ve jeopolitik menfaatlerini muhafaza etme gayesinden öteye geçmemiştir. Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi ile ideolojik bir zafer olarak sunulan liberal demokrasi, hegemonya vasıtası olarak kullanılırken, bu mefkûreyi kabul etmeyen halklar ya askerî müdahalelerle ya da ekonomik ambargolar ve manipülatif medya operasyonlarıyla zapturapt altına alınmaya çalışılmıştır.

2003 yılında vuku bulan Irak işgali, sözde demokrasi getirmek gayesiyle yapıldığı iddia edilse de neticede milyonlarca insanın hayatına mal olmuş, bölgesel dengeleri telafi edilemez şekilde bozmuş ve şiddetin kaim olduğu bir atmosfer yaratmıştır. Afganistan ve Suriye gibi diğer ülkelerde de benzer sahneler tekrarlanarak, Batı’nın demokrasi söyleminin ardında tahakküm siyaseti yattığı ayan beyan görülmüştür.

Samuel P. Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezinde vurguladığı gibi, Batı’nın asıl hasmının “radikal unsurlar” değil, bilakis bütüncül bir medeniyet olarak İslâm olduğu iddiası, Batı’nın demokrasi kisvesi altında İslâm coğrafyasını tahakküm altına alma teşebbüslerinin zeminini oluşturmuştur. Bu anlayış, 11 Eylül saldırıları sonrası “terörle savaş” stratejisiyle pekiştirilmiş, şarkta tebaa haline getirilmek istenen kitleler, küresel güçlerin siyasi ve ekonomik tasarruflarına maruz bırakılmıştır.

Neoliberal iktisat politikaları, demokrasi perdesi ardında gelişmekte olan memleketleri ekonomik bağımlılığa sürükleyerek Batı’ya biat etmiş olan idarelerin iktidarda kalmasını temin etmiştir. Bu noktada, Joseph Stiglitz gibi ekonomistler, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın, Batı’nın menfaatlerine uygun hareket etmeyen ülkelere karşı birer tahakküm unsuru olarak kullanıldığını belirtmektedir. Bu bağlamda, uluslararası medya organları ve sivil toplum teşekkülleri de Batı’nın ideolojik amentüsünü yaymada en mühim vasıtalar olagelmiştir.

Demokrasi ihracı iddiası, aslında tahakküm ve sömürü mekanizmasının bir maskesi olmuş; küresel siyasette güçlünün hukukunun geçerli olduğu bir nizamın inşa edilmesine aracılık etmiştir. Bu durum, Carl Schmitt’in “siyasal olan”ın mahiyetine dair ortaya koyduğu dost-düşman ayrımının, modern uluslararası siyasette küresel hiyerarşik tahakküm üzerinden yeniden inşa edildiğini göstermektedir. Nihayetinde, küresel siyaset sahnesinde demokrasi, hakikî manada halk iradesinin tecellisi olmaktan ziyade, hegemon güçlerin menfaatlerini idame ettiren bir aygıt olmuş ve olma istikametinde devam etmektedir.

Netice Olarak…

Demokrasi, halkın iradesini temel alan bir yönetim şekli olarak idealize edilse de pratikte sermaye, medya ve küresel güç dengeleri tarafından şekillendirilmiş bir düzen olarak mevcudiyetini sürdürüyor. Batı’nın demokrasi söylemi, özgürlük ve özgürlüklerin etrafında inşa edilmiş olsa da tarih boyunca bu politikaların çifte standartlara müsait olduğu aşikârdır.

Modern dünyada demokrasi, doğrudan yönetimde tasarruf sahibi olduğu bir sistem olarak mütemayiz (elit) zümreler tarafından yönlendirilen bir hegemonya vasıtasına dönüşmüştür. Seçimler, medya yönetimi ve ekonomik baskılar, kişinin iradesini şekillendiren temel unsurlar hâline gelmiş, böylece demokrasi, elit zümrelerin tahakkümünü meşrulaştıran bir nizamın parçası olmuştur.

Buradaki tahakkümün teşekkül şekli demokrasi olmaksızın hukuk, fikir hürriyeti, eşitlik ve benzeri evrensel değerlerin mümkün olamayacağı illüzyonuna ve bu düşüncenin dünya çapında birtakım ideolojik vasıtalarla dayatılmasına dayanır. İdeolojik vasıtaların yetmediği yerde veya onların uzantısı olarak Irak ve Afganistan örneklerinde olduğu gibi silah gücüyle “ilkel topluluklar” demokrasiye kavuşturulur. Bu dayatmanın doğal neticesi olarak demokrasinin bütün dünyada, insanlık açısından sorgulanamaz bir değerler bütünü olduğu fikri toplumların bünyesinde yer eder.  Fransız filozof Alain Badiou, bu ironiye dikkat çeker ve demokrasinin “otoriter görüş”ten doğduğunu belirtir: “Demokrat olmamak her nedense yasaklanmıştır. Dolayısıyla, insan türünün demokrasiyi arzuladığı addedilmiş ve demokratik olmadığından şüphelenilen bütün öznellikler patolojik sayılmıştır. En iyi ihtimalle yeniden eğitilmeye katlanmayı, en kötü ihtimalle demokratik deniz piyadeleri ve paraşütçüleriyle uğraşmayı getirir…” 

Bu bağlamda, gerçek bir devlet nizamının teşekkülünün gerçekleşmesi, yalnızca demokratik yapının ağlarından kurtulmakla değil, aynı zamanda ekonomik, kültürel ve siyasal adaletsizliğin ortadan kaldırılması ile mümkün olabilir. Bunun gerçekleşmesi ise demokrasi fikrinin karşısına insanlığın yeni ideası olabilecek güçlü ve tutarlı bir dünya görüşü konulması ile mümkün olabilecektir. Bu dünya görüşü aynı zamanda demokrasinin kırılganlığını, zaaflarını ve bütün iç çelişkilerini ortaya koyup kendini kurtarıcı bir fikir olarak zihinlere yerleştirebilmelidir. Aksi takdirde demokrasi, yalnızca hakim güçlerin elinde bir ideolojik enstrüman olarak mevcudiyetini sürdürecek ve halkın iradesini manipülatif mekanizmalar aracılığıyla yönlendirmeye devam edecek. 

Yorum Yazın