Sanat, mânâ ve mihrak problemi

0
Sanat, mânâ ve mihrak problemi
Doğu’da -özellikle İslâm irfan geleneğinde- sanatın beslendiği kaynak bambaşkadır. Burada sanatçı, âlemi mânâlandırma meselesini baştan çözmüş gibidir; çünkü hareket noktasını tayin etmiştir. Pergelin bir ayağı tevhîde sabitlenmiş, diğer ayağı ise mevcudiyet sahasında serbestçe dolaşmaktadır. Bu muvazene, sanatçıyı ne dünyadan koparır ne de dünyaya hapseder. Aksine, her şeyin yerli yerinde durduğu bir idrak zemini inşa eder.

Batı tefekkürü içerisinde sanat, uzun bir süredir insanın iç gerilimlerine, varoluş sancılarına ve mânâ arayışına cevap üretme iddiasını omuzlamış durumdadır. Ne var ki bu arayış, çoğu zaman sahici bir istikamet bulamadığından, sanatçıyı bir doyumsuzluk ve tükenmişlik sarmalına mahkûm etmektedir. Batı’nın modern çağda yetiştirdiği pek çok mühim sanatçının hayatlarını trajik şekilde sonlandırmaları, bu hakikatin yalnızca sosyolojik değil, metafizik bir cephesi olduğunu da teşhir etmektedir. Sorun, estetikte ya da teknik kabiliyette değil, merkezdedir. Yani mihraktadır.

Batılı sanatçı, varlığı parçalayarak anlamaya meyyaldir. Tümevarım yoluyla, eşyanın tekil görünümlerinden bütüncül bir hakikate ulaşabileceğini varsayar. Ancak bu yöntem, aşkın bir kaide ile irtibatlanmadığı vakit, zihni ve ruhu genişletmek şöyle dursun, insanı parça yığınları arasında kaybolmaya iter. Mihraksız bir bakış, ne kadar incelikli olursa olsun, nihayetinde dağılmaya mahkûmdur. Bu da sanatçıyı, kendi ürettiği estetik formlar içinde bile yabancılaştırır.

Doğu’da -özellikle İslâm irfan geleneğinde- sanatın beslendiği kaynak bambaşkadır. Burada sanatçı, âlemi mânâlandırma meselesini baştan çözmüş gibidir; çünkü hareket noktasını tayin etmiştir. Pergelin bir ayağı tevhîde sabitlenmiş, diğer ayağı ise mevcudiyet sahasında serbestçe dolaşmaktadır. Bu muvazene, sanatçıyı ne dünyadan koparır ne de dünyaya hapseder. Aksine, her şeyin yerli yerinde durduğu bir idrak zemini inşa eder.

Tevhid Ekseninde Sanat ve Sessizliğin Sesi

Bu irfan zemininde sanat, kendisini ispat etme ya da mutlak bir boşluğu doldurma çabası değildir. Sanatkâr, zaten mânânın var olduğundan emindir. Yaptığı iş, o mânâyı sezmek ve sezdirme gayretinden ibarettir. Bu yüzden Doğulu sanatçıda, Batılı muadilinde sıkça görülen o yakıcı varoluş bunalımlarına daha az rastlanır. Ruh, mihrakla irtibatını koparmadığından, derin ama yıkıcı olmayan bir dahili seyr yaşar.

Tasavvuf geleneğinde rastlanan bazı tercih ve terk edişler, bu çerçevede yeniden okunmayı hak eder. Nakşibendî yolunun mûsikîye mesafeli duruşu, sanata karşı bir yoksullaşma değil, bilâkis daha üst bir idrak seviyesinin işaretidir. Mûsikîyi bütünüyle reddetmek değil, onun üstünde bir sessizliği işitebilmek meselesidir bu. Zaman ve mekân algısını aşan, kelimeyle ya da sesle ihata edilemeyen bir hakikatin varlığına duyulan yakîn, sanatın şeklini de belirlemektedir.

Bu noktada şu husus mühimdir: İslâm irfanı, sanatı dünyevî bir süs ya da ruhu oyalayan bir uğraş olarak görmez. Ancak onu mutlaklaştırmaktan da özellikle kaçınır. Sanat, hakikate açılan bir pencere olabilir; fakat pencerenin kendisi manzaranın yerini tuttuğu anda, sapma başlar. Bu ölçü, Doğu’da sanatçının iç muvazenesini koruyan en mühim unsurlardan biridir.

tarkovski-.jpg

Modern Sanatçı ve Parçalı Hakikat

Bununla birlikte, Batı’nın yetiştirdiği büyük sanatçıları bütünüyle dışlamak ya da yok saymak, meselenin ağırlığını kavrayamamak olur. Andrey Tarkovski gibi isimler, kendi medeniyet havzalarının bütün sınırlılıklarına rağmen, eşya ile derin bir temas kurmayı başarmış nadir şahsiyetlerdir. Tarkovski’nin sinemasında hissedilen yoğun ıstırap, sathîlikten değil, parçalı hakikatin sınırlarına çarpan bir ruhun sancısından beslenir.

Ne var ki burada aşılmayan bir eşik mevcuttur: Mutlak Fikir’e nisbet. Tarkovski, parçalar arasında derin bağlar kurabilmiş, eşyanın bazı mahallerinde tasarruf sahibi olabilmiştir. Ancak bütünü ihata eden kaideye bağlanamadığından, ulaştığı mânâlar da nihai derinliğe erişememiştir. Bu eksiklik, sanatçının şahsî kabiliyetlerinden değil, beslendiği dünya görüşünden kaynaklanmaktadır. Parça, ancak bütünle irtibat kurduğu ölçüde mânâ kazanır.

Modern sanatın en büyük çıkmazı da tam burada tezahür eder. Bütün fikrinden kopuk bir derinlik arayışı, insanı ya estetize edilmiş bir karamsarlığa ya da romantize edilmiş bir boşluk duygusuna sürükler. Sanatçı, hakikatin eşiğinde dolaşır, içeri giremez. Bu da ondaki ıstırabı süreklileştirir.

Niçin Meselesi ve Varoluşun Eşiği

İnsanın kendine sorması gereken en temel sual, hayata “nasıl” tutunduğundan evvel “niçin” dünyaya geldiğidir. Bu niçin cevabını bulamayanlar için hayat, keyfî tercihler yığınına dönüşür. “Canım nasıl isterse öyle yaşarım” iddiası, ilk bakışta bir özgürlük beyanı gibi görünse de, derinliksiz bir savrulmanın ifadesidir. Zira “niçini” bilinmeyen bir hayatın nasıl yaşanacağı da bilinemez.

Bu savrulmanın nihai tezahürü ise ölüm karşısında ortaya çıkar. Hayata dair her şeyi iradesine bağladığını sanan insan, ölümü konu dışı bırakır. Oysa varlığın mânâsını tayin eden esas eşik, ölümle yüzleşebilmektir. İnsan, ne zaman isterse o zaman ölebileceğini iddia edemediği sürece, yaşam üzerindeki mutlak tasarruf iddiası da sakat kalacaktır.

İslâm tefekkürü, bu noktada insanı gerçekle yüzleştirir: Hayat emanet olduğu gibi, sanat da emanettir. Emanet şuuru, insanı ne atalete ne de taşkınlığa sevk eder. Bilâkis, mükellefiyetle yoğrulmuş bir özgürlük alanı açar. Sanat bu zeminde üretildiğinde, ruhu tüketen bir ateşe değil; ruhu dirilten bir tefekküre dönüşür.

Sanatın kurtarıcı bir ilah gibi görüldüğü modern dünyada, asıl ihtiyaç duyulan şey yeni estetik formlar değil, sağlam bir mihraktır. Tevhid ekseninden kopuk her üretim, ne kadar parlak olursa olsun, nihayetinde insanı kendine yabancılaştırır. Doğu irfanının hâlâ diri kalan tarafı, sanatı mânânın hizmetinde tutabilme hassasiyetidir. Bu hassasiyet, sanatçıyı tükenmişliğe değil, sükûnetle derinleşen bir idrake davet eder.

Burada mesele, sesin çokluğu yahut görüntünün çarpıcılığı değil; sessizliğin içinde duyulabilen o ince hakikattir.

 

 

Yorum Yazın