Toplumların kaderi, değer dünyalarıyla şekillenir. Sezai Karakoç’un ifadesiyle, “Ahlâk, bir toplumun hem özü hem de istikbâlidir.” Bu değerler ise, ya muhafaza edilir ya da sinsice tahrip edilir. Günümüz dünyasında özellikle İslâm toplumlarının en büyük açmazlarından biri, kötülüğün estetize edilerek sunulmasıdır.
Bir büyük zatın yazdığı günahlardan korunma üzerine bir kitap vesilesiyle aktarılan kıssa, bu çelişkiyi şu şekilde özetler: Kitabı bir yere göndermek isteyen zata, “Orada bu günahlar mevcut mu?” diye sual edilir. “Hayır” cevabı alınca, “O hâlde bu günahları oraya hatırlatma ki meyletmesinler” denilir. Ne kadar hikmetli, ne kadar derin bir yaklaşım! Bugünün medya dünyasında ise tam aksi bir durum hüküm sürmektedir: Günah, ayıplanması gereken bir şey değil, aksine parlatılması, övülmesi ve tüketilmesi gereken bir meta hâline gelmiştir.
Kültürel İfsadın Görsel Taarruzu
Evet, Müslüman Anadolu halkının hiç bilmediği, hatta bilmek dahi istemediği Batı’nın batakhanelerinde sergilenen ahlâksızlıklar, günümüz Türkiye’sinde “medeniyet” kisvesi altında meşrulaştırılmakta, görsel ve dijital yayınlar aracılığıyla yaygınlaştırılmaktadır. Televizyon programları, diziler, reklamlar ve günümüzde her ferdin cebine kadar girmiş olan sosyal medya platformları, ahlâksızlığı teşhir etmenin çok ötesine geçerek, onu övmenin, meşrulaştırmanın ve gündelik hayatın olağan bir parçası hâline getirmenin en etkili vasıtalarına dönüşmüştür. TikTok, Instagram Reels ve YouTube Shorts gibi mecralarda yayılan içerikler, ahlâkî ölçüleri bulanıklaştırmakta, ifsat kültürünü cazibe ile paketleyerek sunmaktadır. Üstelik bu içerikler öyle ustaca ve sinsi yöntemlerle aktarılmaktadır ki, ahlâksızlıklar hem reklâmlanmakta hem de “özgürlük”, “bireysellik” ve “modernlik” maskeleriyle estetize edilmektedir.
Toplumu ahlâksızlıktan muhafaza etmek bir yana, teşvik ve imrendirme esas hâline getirilmiştir. Oysa ahlâksızlık, tecrübe ehlinin ifadesiyle, sirayet edici bir hastalık kabilindendir. Dalga dalga sirayet, nesilden nesle intikal eder. Görsel yayınlarda sergilenen içerikler, ahlâksızlığın reklamını yaparak değil, onları meşrulaştırarak ahlâkî çözülmeyi hızlandırmaktadır. Ve bu çürümüşlük, toplumun genetik kodlarına kadar işlemekte, dinî ve ahlâkî değerler sistemli şekilde ötelenmektedir. Bir neslin eğlence anlayışı, bir sonraki neslin ahlâk çerçevesini belirler.
Popüler Kültürün Ahlâk Tasfiyesi
Seksenli yılların televizyon dizisi Arsen Lüpen buna dair ibretlik bir misaldir. Hırsız bir karakterin zeki, yakışıklı, sosyetik ve anarşist olarak yüceltilmesiyle halkın hırsızlığa karşı olan asırlık mesafesi eritilmiş, kötülük kahramanlaştırılarak meşrulaştırılmıştır. Kazurat bal diye sunulmuş, bal da zehir hâline getirilmiştir. Bugün banka hortumlayanlar, devleti soyanlar, kumarhaneler, barlar, pavyonlar, hatta orada sahne alan insanlar dahi “medeni” ve “idol” olarak sunuluyorsa, bu sürecin kökleri işte o döneme kadar uzanır. Söz konusu karakterin estetize edilmesi, kötülüğün dramatize edilerek kahramanlaştırılmasına dair bir paradigma oluşturmuştur. Modern kültürde “anti-kahraman”, kahramanın yerine geçirilmiş; iyi olmak, sıradanlıkla eşdeğer kılınmıştır.
Daha da kötüsü, bu ahlâksızlıklar sadece sunulmakla kalmıyor, ödüllendiriliyor. Evlilik dışı ilişkiler “seviyeli birliktelik”, aileye zarar veren fertler “örnek ebeveyn”, dine hakaret eden sanatçılar “aydın”, şiddete başvuran gruplar “özgürlük savaşçısı” ilan ediliyor. Bu durum, sadece ahlâkî değil, aynı zamanda zihnî bir çöküştür. Toplum, baş aşağı edilmekte, ahlâksızlığı ahlâksızlık olarak göremeyecek hâle getirilmektedir. Kemal Sunal’ın filmlerindeki bazı sahnelerde din adamı ve dini temsil eden kişilikler gülünç olarak istihza edilmiş, mizah yoluyla dindarlık aşağılanmıştır. O dönemde geniş kitlelere hitap eden bu filmler, aynı zamanda Anadolu insanının değer dünyasına yönelik saldırı projesinin ilk adımlarını teşkil etmiş, dindarlığı küçümseyerek hafife alma sürecini normalleştirmiştir. En muhafazakâr çevreler dahi bu filmlere gülerek iştirak etmiş, dinî nişanlar üzerinden yapılan hafifletici mizaha rızâ göstermiştir. Burada “gülmenin nötralize edici etkisi” devreye girmekte, mizah yoluyla itirazsızlık üretilmektedir.
Zihinsel İstila ve İdrak İflâsı
Cumhuriyet dönemi boyunca Müslüman Anadolu insanının idrak seviyesi sistemli bir şekilde iğdiş edilmiştir. Tefekkür, muhakeme ve sorgulama melekeleri körleştirilmiş, politikadan akademiye kadar her alanda idraksizlik kurumsallaştırılmıştır. Bu yüzden toplum, nefsanî propagandalar karşısında savunmasız kalmış, ahlâksızlığın teşhiriyle değil, özendirilmesiyle yoğrulmuştur. İbn Haldun’un meşhur mukaddimesinde belirttiği gibi, “Mağlup, galibe benzemeğe meyleder.” Bugün bizim toplumumuz da kültürel olarak mağlup olduğu Batı’nın ahlâkî sefaletiyle hemhâl olmuştur. Bu hakikati bir mütefekkir şöyle ifade eder: “Zihinler işgal altındaysa, ülke haritası hür olsa ne çıkar?”
İşte tam da burada devreye “tahlîye, tezyinden evveldir” kaidesi girer. Temizlikten önce süsleme olmaz. Kalp, kabahatlerden arındırılmadan ilimle, hikmetle doldurulamaz. İçinde necaset bulunan bir kaba süt konulmaz; konursa, süt de ifsâd olur, kalp de. Bugün, içi çöplük olan gönüllere süslemeler yapılarak toplumun kurtulacağı zannedilmektedir. Oysa netice: Ne İsa’ya, ne Musa’ya yar olamayan şahsiyetsiz bir toplumdur. Burada “ahlâkî temizlik” kavramı yalnızca kişisel değil, kolektif bir zaruret olarak anlaşılmalıdır. Tezyin, ancak tahlîyeden sonra mümkündür.
Hakikat, Ahlâk ve İnşa
Hz. Peygamber’in örnekliği burada ufuk açıcıdır. Cahiliyenin kabahatlerini sayıp dökerek değil, yepyeni, berrak ve ahlâkî bir nizam sunarak toplumu dönüştürmüştür. Slogan atan değil, tefekkür eden, idrak eden, hakikati teklif eden bir söylemle ümmeti inşa etmiştir. Onun yöntemi, içtimâî dönüşümün, bireysel arınmayla başladığını ve hakikatin ancak doğru bir temsil ile hâkim kılınabileceğini göstermiştir. Kur’ân’la terbiye edilen bir zihin, ahlâkla şekillenen bir kalp ve hikmetle ihâta edilmiş bir dil ile meydana gelen bu inşa, yalnızca Müslümanlar için değil, insanlık için de bir nûr olmuştur.
Bugün bizim de ihtiyaç duyduğumuz; tefekkürle, idrakle, ahlâk ve hikmetle şekillenmiş yeni bir medeniyet tahayyülüdür. Zira medeniyet, taş binalar değil, yüksek ruhlar ister. Yıkılan yalnızca şehirler değil, mânâ âlemimizdir. Bu mânâyı ihya edecek olan da ancak “güzel ahlâk” ile teçhiz edilmiş bir irade olabilir. Unutulmamalı: Ahlâkı olmayan insanın fikri olmaz, fikri olmayan cemiyetin de istikbâli...