Avrupa Ortaçağı, insanın inanç, akıl ve iktidar ilişkisini nasıl yanlış bir zemine oturttuğunun ibretlik bir tecrübesidir. Bu çağda Avrupa halkları, kilise ve dünyevî otoritelerin tahakkümü arasında per perişan hâlde yaşamıştır. Açlık, salgınlar ve cehalet sıradan hayatın ayrılmaz parçalarıyken, papaz sınıfının bitmek bilmeyen talepleri halkın omuzlarına ağır bir yük bindirmiştir. Din adına el konulan mallar, en küçük itirazda dahi aforoz tehdidiyle susturulan vicdanlar ve engizisyonun soğuk gölgesi toplumun tamamını kuşatmıştır. Bu şartlar altında halk ne kiliseye sığınabilmiş ne de ondan kopabilmiştir, bir nevi çaresizlik çemberine hapsolmuştur.
Kilisenin Tahakkümü
Kilise, kendisini Tanrı’nın yeryüzündeki mutlak temsilcisi olarak konumlandırmış, papa ve ruhban sınıfı bu iddiayı siyasî ve iktisadî bir tahakküm vasıtasına dönüştürmüştür. Mukaddes olan, vahyin insanı arındıran ve mükellefiyet yükleyen çağrısından uzaklaştırılarak kurumsal bir otoritenin meşruiyet zırhı hâline getirilmiştir. Bu süreçte hakikat, ilahî mânâdan koparılmış ve din, ruhu inşa eden bir yol olmaktan çıkarılıp itaati zorunlu kılan bir şekilciliğe indirgenmiştir. Kilisenin dogmatik dili, sorgulamayı günah, itirazı küfür sayan bir iklim üretmiş; böylece fikir, henüz filizlenmeden bastırılmıştır. Bununla birlikte tarih, baskıyla susturulan her hakikatin mutlak mânâda yok edilemediğini, aksine bir süre sonra daha güçlü ve sarsıcı şekilde geri döndüğünü de teşhir etmektedir.
Akıl Çağının Doğuşu
Rönesans ve Aydınlanma, işte bu bastırılmışlığın ve bıkkınlığın içinden doğan güçlü bir itiraz olarak agoraya inmiştir. Bu itiraz, halkın aklına ve ruhuna hitap eden yeni bir dil üretme çabasıdır. Kilisenin köhne yapısına karşı, eskiyi reddeden ve kendisini merkeze koyan yeni bir idrak inşa edilmiştir. Fakat dikkatle bakıldığında bu yeni düzenin de hakikat bakımından eskisinden çok farklı olmadığı görülür. Yıkılmış bir harabenin üzerine bir başka harabenin kurulması söz konusudur. Kilisenin Tanrı adına kurduğu tahakküm, bu kez “akıl” adına tesis edilmiştir.
Papa’nın tanrılaştırıldığı bir yapıdan, aklın mutlaklaştırıldığı başka bir yapıya geçilmiştir. İncil ve Hz. İsa’nın yerine akıl ikame edilmiş; akıl, dokunulmaz ve sorgulanamaz bir konuma taşınmıştır. Kilise, bu güçlü söylem karşısında savunmasız kalmış, elinde sadece aforoz ve engizisyon mekanizmaları kalmıştır. Ne var ki bu mekanizmalar, yeniçağın fikrî dalgasına karşı etkisiz kalmıştır.
Aydınlanma düşüncesinin önde gelen isimleri, eşitlik, hak ve hürriyet söylemleriyle halkın özgüvenini yeniden inşa etmeye girişmiştir. Kilisenin dinî istismarı teşhir edilmiş, halk nezdinde itibarsızlaştırılmıştır. Ancak bu söylemleri dillendiren kadroların dine bakışı problemlidir. Voltaire ve benzerlerinin temsil ettiği bu çizgi, Tanrı’yı ve vahyi sahnenin dışına itmiş; hürriyeti, insan merkezli yeni bir mukaddes olarak sunmuştur. Tezahür eden bu yeni “din”, demokrasi ve laiklik kavramları etrafında şekillenmiştir.

Fransız Devrimi, bu akıl merkezli düşüncenin siyasi ve toplumsal sahnedeki en sert tezahürü olmuştur. Din adına meşruiyetini yitirmiş, siyasî ve sosyal sorunlara cevap veremez hâle gelmiş kilise rejimi kanlı bir devrimle tasfiye edilmiştir. Bu, tapınılan aklın kiliseye karşı kazandığı bir zaferdir. Batı, tarihi boyunca ilk defa vahyi değil aklı merkeze alan bir nizam kurmuştur.
Bizim İmtihanımız
Bu noktada kaçınılmaz bir sual ortaya çıkar: Bizler, yaşadığımız asırda aklı da yaratan ilahî mesajdan hareketle, aklın putlaştırılmasına karşı sahici bir sistem ve söylem ortaya koyabildik mi? Ne yazık ki bu suale verilecek cevap menfidir. Üretilen itirazlar çoğu zaman fikrî derinlikten yoksun, slogancı ve tepkisel kalmıştır. Müslümanlar, demokrasi eleştirisini çoğu kez sistemli bir teklif hâline getirememiş, meseleyi basit reddiyelerle geçiştirmiştir.
Avrupa’da çarpık bir din telakkisi tasfiye edilirken, biz Müslümanlar kendi içimizdeki din istismarını bertaraf etme konusunda yeterli bir irade ortaya koyamamışızdır. Hikmetten, marifetten ve ilimden uzak; dini magazinleştiren, hurafelerle örten ya da sathi reformist yaklaşımlarla aşındıran anlayışlar hâlâ etkilidir. Ekran vaizliği, yüksek sesli fakat muhtevasız hitaplar ve ben merkezli yorumlar adeta çağın hastalığı hâline gelmiştir.
Oysa mesele, sadece yanlışları teşhir etmek değildir. Müslümanların ruhuna hitap eden, ona şahsiyet ve istikamet kazandıran yeni bir dil inşa etmektir. Bu dil, bütünüyle din eksenli olmalı ve hayatı ihata eden bir nizam telakkisine sahip bulunmalıdır. Din adına konuşurken sistem üretmeyen bir yaklaşım, günü kurtaran politik gevezelikten öteye geçemez.
Burada söz konusu olan “yeni dil”, dinin özüne halel getirmeden yerküreyi yeniden yorumlayabilen bir idraki temsil eder. Şer’î ölçülerle irtibatını koparmayan, Kur’an ve Sünnet merkezli bir nizam fikri bu dilin temelini teşkil eder. Şeriatsız bir din tasavvurunun devlete ya da nizama dönüşmesi mümkün değildir. Nasıl ki bir hırdavat dükkânını ecza deposu ilan etmekle hakikat değişmezse, dinin asli ölçülerinden kopuk bir yapı da İslâmî bir nizam hâline gelemez.
Ne var ki günümüz İslam dünyasında hâkim olan üslup, derinlikten uzak tartışmalar ve mahalle diliyle sınırlıdır. Büyük ufuklar çizen fikirler yerine, iç çekişmelerle oyalanılmaktadır. Bu durum, Müslüman kitlelerin kültürel ve fikrî esaretten kurtulmasını daha da zorlaştırmaktadır. Oysa ihtiyaç duyulan şey; irfan, hikmet ve marifetle yoğrulmuş bir idraktir.
Bu idrakin inşası, sahih ilmî müktesebata vukufiyet gerektirir. Kur’an ve Sünnet’e dair zahirî bilgilere sahip olmadan, derinlikli hikmetler üretmek mümkün değildir. Ayetin nüzul sebebini, tefsirini ve bağlamını bilmeden hüküm kesmek; ilim değil, cesarettir. Aynı şekilde metinlerin yalnızca lafzında takılı kalmak da hakikati kavramaya yetmez. Lafzın arkasındaki mânâyı çözme çabası, ciddi bir idrak ve emek ister.
Netice itibarıyla, Müslüman dünyanın içinde bulunduğu bu buhranlı hâl, yeni bir kurtarıcıyı beklemekle aşılacak değildir. Kurtuluş, dinin özünü koruyan; fakat hayatı ihata eden sahici bir idrak ve dil inşa edebilme cesaretinde saklıdır. Bu ise slogancı yaklaşımlarla değil, derinlikli bir fikrî çabayla mümkün olacaktır.


