Evvelki yazımda Doğu Roma İmparatorluğu’nun gözünden “Deryâçe” diye hitab ettiğimiz Boğaziçi’ni değerlendirmeye çalıştım. Feth-i mübinden evvel ufak tefek köylerle etrafı sarılı bu denizcik ve çehresi nasıldı, fetihten sonra ne oldu bundan bahsettim. Feth-i mübinden sonra şehr-î şehir için çekilen kılıçlar kınına girmişti. Bundan sonraki süreç muhasara altına almaktan çok daha zordu, hâkim olmak ve burayı yeryüzünün en haşmetli yeri hâline getirmek... Sadece estetik ve mimarîde değil, içtimaî bakımdan da esaslı bir nizam tesis edilmeliydi, edildi de. Bu sefer, iki müesseseden bahsedeceğim.
Bostancıbaşı
Bostancıbaşı kadırganın dümenini tutarken, diğer elinde haritaya gerek duymaksızın Boğaziçi’ne dair her suali cevaplandırabilirdi. Bostancı ocakları, sarayın muhafazasında başlıca vazifeli olanlardandı. Aynı zamanda İstanbul sahillerinde bulunan mîrî (devlete ait olan) tüm binaların mevkilerini ezbere bilirdi, buralardan sorumluydular. Aynı zamanda şehrin emniyet ve inzibatında rol alırlardı. Boğaziçi, Haliç, Marmara ve İstanbul’u kuşatan sularda kuş gibi gözcülük yapar, seyahat ederlerdi. Soğuk Çeşme Ocağı, Hamlacılar Ocağı, Sepetçiler Ocağı, Has Bahçe, Gülhane’de hizmet ve yükümlülüklerini yerine getirirlerdi. Anadolu yakasında ise Bostancıbaşı Köprüsü’nde görevlerini icra etmekle mükelleftiler.
Bostancıbaşıların emrindeki bostancılar koruların ve ormanların korunmasında da görevliydi. Sebze, meyve ve çiçek gibi bağ bahçelerde yetişen envai çeşit malların hesabını tutarlar, bostancıbaşına devrederlerdi. Reisleri, işin muhasebe defterini tetkik ettikten sonra seneden seneye bizzat padişaha verirdi. Has bahçelerde yetişmiş bu “inci” kadar değerli zerzevatlar, dükkânlara arz edilirdi. Dolayısıyla Anadolu insanı hilesiz taze mal tedarik ederdi.
Bu ve benzeri hususlarda cambazlık edenlere ne oluyordu?
Kundura isteyen herhangi bir müşteri, malı seçerken, alacağı ayakkabının ne kadar müddet dayanacağını sorar, tacir de satacağı şeyin dayanıklılığına dair teminat verirdi. Tâcirin teminatı her zaman doğru çıkmayabilirdi, nadir de olsa... “Aldatıldığını” düşünen alıcı vaktinden önce kullanılamayacak hâle gelmiş ayakkabıyı alır, ticaret yapan şahsın mensup olduğu loncaya gider, şikâyette bulunurdu. Bir sene giymesi gerektiği ayakkabının altı ayda harab olduğunu ifade etti diyelim... Lonca, bu “herhangi biri”nin şikâyetini dikkate alır, pabucu yoklamadan geçirirdi. Müşteri, hor giymediyse, gerçekten de tacirden on paraya beş paralık ayakkabı aldıysa, lonca ayakkabıcıyı çağırtır diğer tacirlerle mülahaza ederdi. Bir nevi mahkeme kurulur, lonca reisi hâkim gibi karar verirdi. Aradaki anlaşmazlığın önce çıkar yolu aranır, iki taraf memnun edilmeye gayret edilirdi. Şayet bu ticarette cambazlık vardıysa, o kunduracının pabucu dama atılır, bir daha da ticarete devam etmesi mümkün olmazdı.
Mekkârî Başı
Mekkârîler yük hayvanı kiralayan, bu işle uğraşan kimseler. Mükârî ise asker: Askerî malzemenin taşıma ve korunmasında vazife alan kişi. Bugünkü Karagümrük semtinde mekkâri başlarının hanları vardı. Nereden gelirlerse gelsinler, Topkapı’dan daha ileriye geçme hakları bulunmazdı. Topçular, Otakçılar, Yedikule gibi yerlerde saklanarak şehre girmeye yeltenenleri yakalar, gerekli cezayı uygularlardı. Şehrin kritik yerlerinde gözcüleri de görev alıyordu.
Teşkilat ve idare etmede dönemin devletlerine taş çıkartan Osmanlı, Deryâçe’yi kuşatan şehirde ruhsatsız tek bir dükkan olmaması için özen gösterirdi.
Müzeyyen Mimarî
Osmanlı mimarisi, belde-i tayyibeye (güzel şehir, İstanbul) pek yaraşmış, şarkın estetiği batıdan gıptayla seyredilmiştir. Bu şehrin Edmondo de Amicis’in 1870’lerde çizdiği çehresi, şehircilik estetiğine ayna tutmuştur. Şehrin ve devlet erkânının mimarları, beşâretli fethin idrâkinde oldukları için burayı yeryüzünün gözdesi hâline getirebilmiştir. Amicis’in dediğine göre, Galata, Beyoğlu, Tophane, Fındıklı ve Cihangir gibi, sahillerin sırtında tepecikler taşıyan semtlerdeki mahalleler, kademe kademe yükselerek anfi karakterinde inşâ edilmiştir. Onun için her evin, denizi ve limanı bir balkondan seyredercesine rahatça görmesi sağlanmıştır.
Öyle ya, insanın şartları, etrafındaki şeylere göre şekillenir. Burada Deryâçe’ye, onun güzelliğine teslim olmak yatar. Debussy’nin La Mer (Deniz) isimli bestesinden bahsetmiştim. Fransızca’da bir isim başına “le” aldıysa, eril, “la” aldıysa da dişildir. Buradan nisbetle Deryâçe’mizi hep tarihîn kritik sahnelerine gebe bir ana gibi görmemiz pek de absürt durmaz herhalde.
Boğaziçi asırlardır tarihî sahnelere tanıklık etmiş bir anne gibidir. Diğer tüm denizler ona benzemek ister. Bizim Nehr-i Aziz’imiz soluk aldı mı, şakaklarında dalgalar belirir. Bir tarafı kederli, öbür yanı neşvelidir. Elemli olduğu kadar karanlıktır da. Şehrin en nadide tabiî güzelliği iffetli Boğaziçi’dir. Her limanı efsunludur.
Estetik bahsinde ihtisas sahipleri bu mefhum üzerinde çokça durup fikir beyan etmişler. Hume diyor ki, “Bazı güzellik türleri, ilk görünüşlerinde sevgi ve övgümüzü kazanırlar. Ama güzelliğin pek çok düzenlerinde özellikle güzel sanatlarınkinde, uygun olan duyguyu duymak için çok fazla düşünmek gerekir.” Güzelden anlamak ve takdir edebilmek için bu kabiliyetimizi geliştirmemiz lâzım. “Allah güzeldir, güzeli sever” ölçüsünce Marcus Aurelius’un “Daha büyük parçasının içinde o nasıl duruyor?” sualini hatırlamakta fayda var. Boğaziçi ve biz neyin parçasıyız?
Karacoğlan der ki, “Yanam alışam, akam gidem şu sulara karışam.”
Baran Dergisi 708. Sayı