Doç Dr. Can Ceylan: Türkiye Yüzyılı markasını her türlü faaliyetle göstermeliyiz

0
Doç Dr. Can Ceylan: Türkiye Yüzyılı markasını her türlü faaliyetle göstermeliyiz
Ekip Haber'e konuşan Kastamonu Üniversitesi Öğretim Görevlisi Doç Dr. Can Ceylan, "Türkiye Yüzyılı iyi bir marka. Bunu sadece siyasette değil, sanatta, müzikte, edebiyatta, sinemada, tiyatroda yapabileceğimiz her türlü faaliyetlerle göstermeliyiz ki yerini bulsun ve şu anda çok moda tabirle söyleyeyim, sürdürülebilir hâle gelsin." dedi.

Hadiseler her zamankinden daha hızlı seyrediyor ve aşağı yukarı bir buçuk asırdır karşılaştığımızdan farklı sonuçlarla karşılaşıyoruz. Geçtiğimiz ay yaptığınız bir yorumda geri dönen Suriyelilerin Erdoğan ve Türkiye sevgisi üzerine "songörülü siyasetçi" demiştiniz. Bu songörülü siyaset anlayışı üzerinden hadiselerin seyrini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve sizin songörünüz nedir?

Songörülü kavramını siyaset literatürüne ben soktuysam memnun olurum. Öncelikle öngörülü olmak tabii ki bir hikmet gerektiriyor ama bu, "öngörülü" ve "son görüşlü" arasındaki bağlantıyla alakalı bir şey. Bir satranç oynadığımızı düşünelim. Yaptığımız her hamlenin karşı tarafın yapacağı hamlelere göre çarpı 16 türevi vardır. Büyük satranççılar der ki “Ben aslında benim yaptığım ilk hamleye yapılan ilk hamleden kaç hamle sonra mat edeceğimi bilirim.” Satranç oynayanlarda böyle bir şey vardır. Biz Türkistan’daki köklerimiz itibarıyla satranç kültürünün insanlarıyız. Hatta Türklerin at üstünde satranç oynadığı söyleniyor. Satrancı İranlıların bulduğu iddia edilir ama o bölge Türk bölgesidir. Biz her ne kadar bu kültürden uzaklaşmış olsak da devlet aklı olarak hem öngörüyü biliyoruz hem de songörülüyüz. Ve bu songörü bir tane değil, alternatif görüyoruz, seçenekli görüyoruz. “Şunu yaparsam şunlar, bunlar olabilir” diyoruz. Tabii bu devlet aklı açısından bizim anlayabileceğimiz bir şey değil. Yani devlet bunu nasıl düşündü acaba? Bir gün bir baktık MİT başkanımız İbrahim Kalın Şam’da namaz kılıyor. Ve bunu da böyle çok göstere göstere yapmadı. Devlet aklının uygun gördüğü usulde yaptı.  Sanki herhangi bir Şamlı gibi o gün camiye gider gibi girdi ve çıktı. Namazını kıldı, Türkiye’ye geldi. Daha sonra sayın Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan gitti. Tabii bu yapılanlar sadece Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a has bir şey değildir. Erdoğan, bu işin sembol ismidir. Bir nevi, kendi tâbiriyle “tespihin imâmesi”dir. Ama o tespihteki o 33 ya da 99 tane (eleman) ya da daha fazlası hep onun sevk ve idâresiyle ve onun onlardan aldığı geri bildirimle hareket ediyor. Bu aklın yönettiği yapı, koskoca bir organizma gibi. Beyin belli, kollar belli, kalp belli, mide belli. Dolayısıyla, neyin ilacı ne olur; doktorun kaç günde iyileşirsin, ne kadarlık bir tedavi yapmamız lazım, nasıl bir reçete uygulamamız lazım demesi gibi sosyal bir medikal süreç işliyor.  Bu, şu anda sayın cumhurbaşkanımızın şahsında yürütülüyor. Bu, tabi sadece Suriye özelinde bir şey değil. Sayın Dışişleri Bakanımızın Kıbrıs’la ilgili açıklamaları, Fransa’ya söylediği sözleri düşünelim.  Düşünün, biz 100 yıl önce Lozan’da Fransızlardan taviz kopartmaya çalışan bir durumdayken şimdi “Siz küçüksünüz; biz sizinle muhatap almıyoruz, sizin sahibinizle muhatabız.” diyecek bir hâle geldik. 

Evet, sahada karşılığınız yok dendi. 

Evet, yani “Siz yoksunuz, siz Amerika ne derse onu yapıyorsunuz; dolayısıyla biz sizi aradan çıkartıyoruz, velinizle konuşuyoruz. Siz çocuksunuz.” Bunu demek, 10 yıl önce 20 yıl önce bizim için bir hayaldi; “koskoca Fransa” diyorduk. Macron’a “Jüpiter’in oğlu” falan deniyordu. Ama şimdi geldiğimiz noktada, hep deniyor ya bunlar niye son iki üç yılda oluyor? Gemiler, uçaklar, tanklar, füzeler… Bu bir doğum hâli. Çocuk ana karnına düştü, doğdu, büyüyor. Bunun sonuçlarını alıyoruz. Selçuk Bayraktar gençlerle yaptığı bir sohbette “Biz daha ilk adımı attık.” diyor. O da öngörülü ve songörülü bir davranış. Bizim bilmediğimiz daha ne hamleler yapılıyor daha ne adımlar atılıyor, onu bilmiyoruz. Benim öngörü ve songörü açısından bakış açım böyle. Önce öngörülü olmamız lazım ki, alternatifleri ortaya çıkartıp, alternatiflerden haberimiz olsun. Amerika ne yapıyor, Avrupa ne yapıyor, yakın komşularımız ne yapıyor? Ekonomik durum ne? Eskiden Edirne’den sonrasını düşünmeyen bir Türkiye varken şimdi Panama Kanalı ile ilgili bile Amerika’ya fikir beyan eden bir Türkiye var. Bu aslında bizim özgül ağırlığımızın çok büyük olduğunu ve farkına varırsak nelerle sonuçlandığını gösteren bir şey. Bu da biraz özgüvenle alakalı. Devlet özgüveni topluma yansırsa devlet bu konuda daha iyi adımlar atabilir. 

Devlet erkânı böyle bir imtihandan geçerken toplum tabanı da ağır bir imtihandan geçti aslında bu Suriye sürecinde şu 13-14 yıllık süreçte. Birtakım odaklar kışkırtmaya çalıştı, tahrik etmeye çalıştı ama sizce Anadolu insanı bu imtihanı kazandı mı?

En azından geçer not aldık diyelim. Kolay değil beş milyona yakın insanı ülkemizde ağırladık. Ama şu var, tabii genelde kötülükler duyulur, çünkü insan psikolojimizin gereği olarak olumsuzluklara ve tehlikelere karşı bir refleks geliştirmişiz. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de bir Suriyeli düşmanlığı, bir yabancı düşmanlığı, bir zenofobik tavır vardı. Bu Balkan Harbi sonrası oradan gelenler için de olmuş, başka yerlerde de olmuş. Yurtdışına giden insanlarımızda da oluyor. Aslında bu bir insan psikolojisi. Yani, bir tek çocuk bile kardeşi olunca ona karşı bir tepki gösterir. Ben sınavı geçtiğimizi düşünüyorum.  Suriyelilerin dilinden söylersek, gidenlerin birçoğu teşekkürle gidiyor, minnet duygusuyla gidiyorlar. Belki onların da kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar vardır. Kolay değil ata topraklarını bırakıp, servetlerini bırakıp gelmek zorunda kaldılar ve ırkçı muamelelere mâruz kaldılar. Biz melek değiliz ama onlardan melek olmalarını bekleyenler oldu. Keşke daha iyisini yapabilseydik, bunu yapabildik. Fırsatçılar elbette olacaklardır. Yani, Milli Mücadele’de de savaş zenginleri ortaya çıkmış. Onlar işin maddî tarafını almışlar. Ama şu da var, zaten devlet olarak değil de coğrafî olarak bizim olan, bizim bayrağımızı bayrak kabul eden insanların olduğu bir coğrafya burası. 2008 yılında Halep’e gittiğimde Halep’te Türkçe konuştum sokaklarda. Hama’da Humus’ta Türkçe konuşuluyor. Dolayısıyla orası zaten kültürel alt yapı olarak bizim hinterlandımız bile değil, bizim toprağımız. Bizim toprağımız derken, orda bir hegemonik bir güç, bir sömürgeci olarak değil, bizim büyüklüğümüzü ve barışçılığa tavrımızı kabul eden insanların olduğu bir yer. Bunlar da Hristiyan da olabilir, Müslüman da olabilir, farklı inançtakiler de olabilir. 

Hiçbir toprak parçası hiçbir millete vaad edilmiş ve o millet mutlak toprağı değildir. Bâzıları Anadolu’yu Türkler’in vaad edilmiş toprağı zannediyor. “Gitsinler, defolsunlar, Suriyeliler giderse Türkiye cennete dönecek.” gibi bir imaj oluşturuldu. Onlar gitmeye başlayınca Türkiye’deki şartlar hâlen devam ediyor. İyisi iyi olarak, kötüsü kötü olarak devam etti, ediyor. Bu, insanî bir gerçek. Ama bahsettiğimiz süreçte, burada yaşayan burada büyüyen ya da burada doğup oraya geri gidenler “Biz 10 yılımızı Türkiye’de geçirdik.” dediklerinde bizim en azından oraya gitmeye yüzümüz olacak. O yüzden, her ne kadar olumsuz insanların, olumsuz düşünenlerin sesi çok çıksa da öbür tarafta kalben taşınan bir iyi niyet olduğunu düşünüyorum. Dediğim gibi, keşke daha iyisini yapsaydık. Ama zaman bunu gerektiriyormuş demek ki. Devlet aklı bunu Aralık’ta yaptıysa o zaman yapılması gerekiyormuş. Bir sürü dengeler gözetilerek yapılması gerekiyormuş. Halka da yansıması bu oldu. Keşke o zaman daha öngörülü davranabilseydi devletimiz. 10 yıl önce daha planlı programlı, göç ve sığınma politikasını daha iyi yapabilseydi. Ama şimdi bu boyutlara ulaşabileceğini o zamanki devlet aklımız öngörememiş.  Ama şunu da söyleyeyim; bu istatistikî bir bilgi: Suriyeli sığınmacıların kendi içlerindeki suç oranı Türkiye vatandaşlarının kendi içlerindeki suç oranından üçte bir oranında daha düşük. Yani Suriyeliler geldiğinde suç oranı arttı diyemiyoruz, yani onlar Türk vatandaşı olursa suç oranı üçte bir düşecek. Böyle de istatistiki bir bilgi var. 

Türkiye’nin son yüzyıldaki politikalarının yüzyıl önceye göre hayal edemediğimiz noktaya geldiğinden bahsediyoruz. Yeni bir hedef var. Türkiye Yüzyılı hedefi var. Ama buna dair birtakım maddi imar hamlelerinden bahsedilse de Kızıl Elma gibi söylem noktasında kaldığı durumlar oluyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan Necip Fazıl Ödülleri’nde yaptığı konuşmada bu meseleye dair kamuoyunun yeterince üzerinde durmadığı bir beyanda bulundu: “Türkiye Yüzyılı hedefine kilitlendiğimiz bu tarihi dönemeç Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ismiyle kavramlaştırdığı hedefle aynıdır.” Bu sözün sizdeki karşılığı nedir?

Büyük Doğu derken orada Cumhurbaşkanımız Batı kültürüne, Batı medeniyetine, Batı hegemonyasına karşı olacak olan alternatiften bahsediyor. Yani Arjantin de Büyük Doğu’nun içinde olabilir. Kanada da Büyük Doğu’nun içinde olabilir. Afrika ülkeleri de Büyük Doğu’nun içinde olabilir. Buradaki Doğu’dan kasıt, Batı’nın bu soykırımcı, sadece kendini üstün gören, “bize benzemezsen yaşama hakkın yoktur” diyen anlayışının alternatifi. Bundan yirmi sene öncesine kadar “Bir evim olsun, başımı sokacak iki oda bir salon bir evim olsun, SSK’lı bir işim olsun bana yeter” diye düşünen memur kafalı bir toplum yapısının yüz yıl sonrasını düşünmesini hemen beklemek pek mümkün değil. Bir mayalanma gerekiyor. Tıpkı zenginliği hazmetmek için üç nesil geçmesi gibi. Goethe’nin ifadesiyle “Gerçek üniversite mezuniyeti, dede-baba-çocukla mümkündür.” Üç nesil üniversite mezunu olana aslında kültürel olarak üniversite mezunu denir. Bu, devlet mefkûresi de bizim daha on sene on beş sene öncesine kadar başörtüsü sorunu var, “üniversiteye gidecek miyiz gidemeyecek miyiz” diye düşünen insanlar vardı. Siz şimdi bu insanlara dünya mefkûresi, Büyük Doğu mefkûresi deyince bu biraz tam karşılık bulmuyor gibi gözükebilir. Ama şu var: Bir Selçuk Bayraktar çıkıyor, bir TEKNOFEST yapıyor. Şu anda ortaokullar, liseler, üniversiteler ayağa kalkmış, milyonlarca proje üretiyor. Burada önemli olan devlet tavrının bu hedefi koyması ve 2023 dedi, 2053 dedi, 2071 diyor. Türk devleti 21. yüzyıl bitince tamam biz artık işimizi bitirdik, amacımıza ulaştık deyip dükkânı kapatmayacağız. Farklı şeyler de olacak. Yeni bir dünya kuruluyor. Bu yeni dünya kurulurken illa savaşlarla yıkılıp tekrar kurulması gerekmiyor. Belki Batı’nın kendi hâkimiyetini kurması için çıkardığı iki dünya savaşı ile kurulan düzen, üçüncü bir dünya Savaşı çıkmadan dünyâya sunacağımız alternatif olarak bizim vasıtamızla kurulacak. Burada, ne Doğu medeniyeti ne Batı medeniyeti bize Kızıl Elma kavramını veren bir Türk töre anlayışı var. Yani “Türk’üm” diyen, töreye giren herkes kanı, canı, dini ne olursa olsun bizdendir. Ama babam da olsa, abim de olsa, annem de olsa töreden çıkan Kut’unu kaybetmiştir ve töreden çıkar. Bu anlayışta ırkçılık yoktur, cinsiyet ayrımcılığı yoktur. Hikmet esaslı, Hoca Ahmet Yesevi ile başlayan, onun dervişleriyle Anadolu’ya getirilen, sonra Balkanlar’a giden ve Sokullu’nun bir Sırp papazın kardeşi olmasına rağmen Viyana kapılarına nizam-ı âlem amacıyla gitmesine sebep olan bir anlayış bu. Bu şu anda bizim anlayacağımız siyasî, sosyopolitik bir şey değil. Bence Türkiye devlet aklı buna geri dönüyor. Bunu güncelliyor. Ben demiyorum ki Osmanlı’yı tekrar kuralım, tekrar hanedanlık olsun vs. O, işin tarihî ve nostaljik tarafı. Bundan yirmi yıl sonra bugün ilkokulda olanlar üniversiteli olacak, bugün üniversiteli olup bunları duyanlar 40 yaşında 50 yaşında farklı bir şeyler olacak. Ben 15 Temmuz’dan sonra köprüdeki ilk mitingde bir televizyonda denk gelmiştim. Şöyle bir şey söylemiştim. 1960 ihtilali olduğunda ve Türkiye Cumhuriyeti başbakanı asıldığında benim babam demişti ki, “Biz korkmuş sokağa çıkamamıştık.” Babamın o bütün millet adına yaşadığı utancı biz 15 Temmuz’da yaşamadık. 1960’taki milletle 2016’daki millet farklıydı. 

Ben bu konuda devlet aklının toplumun çok ilerisinde olduğunu düşünüyorum ve bizim milletimiz lider seven bir millet. Amaç gösterilirse ve önünde yürüyen biri olursa “Yani siz meydana çıkın ben evde oturacağım” değil de “Ben çıktım, siz de çıkın.” diyen bir lider olduktan sonra bir anda çok büyük bir aydınlanma yaşıyor. Sonrasında belki yine gaflete düşüyor ama kendi kendimize bile şaşkınlık yaratacak gücümüz var. Bence bu mânâda Türkiye Yüzyılı iyi bir marka. Bunu sadece siyasette değil, sanatta, müzikte, edebiyatta, sinemada, tiyatroda yapabileceğimiz her türlü faaliyetlerle göstermeliyiz ki yerini bulsun ve şu anda çok moda tabirle söyleyeyim, sürdürülebilir hâle gelsin. Yani yaptıklarımız boşa gitmesin, tekrar makarayı boşa sarmayalım, emeklerimiz ziyan olmasın inşallah. 

Yorum Yazın