Çağın en büyük yanılsamalarından biri, kendini ebedî ve kaçınılmaz sanmasıdır. Demokrasi de işte böyle bir illüzyondur. İnsanlık, onu eski Yunan agoralarından günümüz küresel politikalarına taşıyan bir ilah gibi mukaddes saymış, adına devrimler yapmış, hatta kan dökmekten çekinmemiştir. Ancak gerçekte, demokrasi hiçbir zaman anlatıldığı gibi olmadı. Sadece bir yönetim şekli değil, bir tahakküm nizamına dönüşerek halkın iradesini ipotek altına alan bir gölge rejim oldu. Çünkü modern demokrasiler, temsiliyetin ardına saklanmış birer meşruiyet aldatmacasıdır; halk adına konuşanlar, çoğu vakit halkın değil, iktidarın menfaatlerini dillendirir. Hâkimiyetin millete ait olduğu iddiası, muktedirin menfaatine nispetle şekillenen bir masaldan ibarettir.
İlk tezahürü, Antik Yunan’da bir avuç zümrenin kendi arasında paylaştığı bir ayrıcalıktan ibaretti. Atina’da kölelerin, kadınların ve yoksulların asla dâhil edilmediği bir karar alma mekanizması, “halkın yönetimi” diye pazarlanmıştı. O gün nasıl bir aldatmacaydıysa, bugün de aynı illüzyonun modern versiyonu yaşanıyor. Çağdaş demokrasilerde de ipler yine elitlerin elinde, medya ve sermaye gruplarının belirlediği hudutlar dâhilinde bir özgürlük oyunuyla karşı karşıyayız. Seçme hakkı verilmiş, fakat gerçek tercih ortadan kaldırılmıştır, çünkü seçeneklerin çerçevesi çoktan çizilmiştir. Sandık bir karar alan değil, dayatılanı onaylayan bir ritüel haline gelmiştir. Montesquieu’nün “demokrasinin ilkesi siyasal erdemdir” sözü, günümüz dünyasında bir ironiye dönüşmüştür. Çünkü erdemi olmayan bir nizamın sürdürülebilir olması mümkün değildir.
İthal Bir Kavram Boşluğu
Türkiye’de ise demokrasi, ithal bir kavram olarak halkın önüne sürülmüş, ama içi doldurulmamış bir fıçıya dönmüştür. Halka sorulduğunda büyük çoğunluğu kendini demokratik bir fert olarak tanımlayacaktır. Ancak Batı’nın bu kavramı nasıl araçsallaştırdığını, nasıl küresel bir hegemonya mekanizması haline getirdiğini sorgulayan neredeyse yoktur. Özellikle genç zihinler, demokrasiyi bir hedef değil, değişmez bir hakikat gibi görmekte, onun kökenlerini ve pratikte nasıl çalıştığını analiz etmekten uzak durmaktadır. Çünkü eğitim sistemimiz, kavramları öğretmekten ziyade takdis etmeyi tercih etmiş, düşünmeyi değil, ezberlemeyi ödüllendirmiştir. Bu yüzden demokrasi, üzerinde tefekkür edilen bir mesele değil, sorgusuzca sahiplenilen bir ezber olarak kalmaktadır. Tocqueville’in “demokrasi halkın halk tarafından ve halk için yönetimidir” sözü, halkın yönetime ne kadar dâhil olduğu sualiyle test edildiğinde, içi boş bir slogandan ibaret kalmaktadır.
Peki, demokrasi bir araç mı, bir amaç mı? Eğer amaçsa, hangi sebeple dünyanın büyük güçleri onu belirli coğrafyalara kan ve barut eşliğinde ihraç ediyor? Eğer bir araçsa, kimin elinde nasıl bir silaha dönüştüğü hangi sebeple sorgulanmıyor? Batı’nın demokrasi misyonerliğine soyunması, Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de geride milyonlarca ölüm ve paramparça olmuş bir medeniyet bırakırken, hangi sebeple hâlâ bu kavram masum bir ideoloji gibi addediliyor? Zira demokrasi söylemi, çoğu zaman emperyal politikaların meşruiyet maskesi olarak işlev görmektedir. Kavramın ahlâkî muhtevasından çok, jeopolitik kullanımı öne çıkmakta, özgürlük adına başlatılan her müdahale yeni bir esaretin zeminini hazırlamaktadır. Jean-Jacques Rousseau, demokrasiyi ancak meleklerin yönetebileceği bir sistem olarak tanımlarken haklı mıydı? Yoksa Voltaire’in dediği gibi, demokrasi sadece ayaktakımının despotizmi miydi?

Özgürlüğün Sahte Yüzü
Günümüzde demokrasi, halkın kendi kendini yönetme aracı olmaktan çok, küresel elitlerin yönetme sanatı haline gelmiştir. Seçimler, yalnızca halkın kendi zincirlerini seçmesini sağlayan törensel ayinlerdir. Özgürlük, propagandanın tekelinde şekillenir. Halkın sesi olduğu iddia edilen medya, aslında onu yönlendiren bir aygıttan ibarettir. Çünkü modern kitlelerin kanaatleri, algoritmalar ve ekranlar vasıtasıyla şekillendirilir. Halk denilen yığın, görünmez mühendislik teknikleriyle yönlendirilirken, irade yalnızca illüzyonel bir söylem olarak dolaşımda kalır. Charles Wright Mills’in dediği gibi, “demokrasinin gerçek sahibi askeri, ekonomik ve siyasal elitlerdir.” Bu zümrelerin sahne arkasındaki görünmez ipleri çektiği dünyada, halkın özgür iradesinden bahsetmek mümkün müdür?
Bu illüzyon, özellikle genç kuşaklar için daha büyük bir tehlikedir. Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin çoğu, Batı’nın demokrasi ihracını sorgularken, kendi içinde yaşadığı nizamın ne derece bağımsız olduğunu analiz edememektedir. Demokrasi adına cebir uygulanabileceğini düşünen, ama demokrasinin radikalizme dönüşebileceğini kavrayamayan bir zihniyetle karşı karşıyayız. John Dewey’in dediği gibi, “eğer demokrasinin içi boşaltılırsa, geriye sadece bir biçim kalır.” Zira biçimin muhafazası, çoğu vakit hakikatin örtülmesiyle mümkün olur. Genç kuşak, kavramlara değil imgelerine bağlanmakta, fikirsel derinlik yerini sloganik sadakate bırakmaktadır. Kitlesel hafızanın bu denli zayıflatıldığı, kavramların içinin boşaltıldığı bir dünyada, demokrasinin mutlak bir gerçeklik olarak sunulması tesadüf değildir.
Demokrasi Kimin İçin Var?
Bütün bu gerçekler gösteriyor ki demokrasi, artık sadece bir yönetim biçimi değil, modern dünyanın en incelikli meşruiyet maskesi, en rafine ikna vasıtasıdır. Halkın iradesi adına inşa edilen bu yapı, zamanla halkın iradesini dönüştüren, onu tanınmaz hale getiren bir mekanizmaya evirilmiştir. Carl Schmitt’in “Egemen, istisna hâlinde karar verendir.” tespiti hatırlandığında, demokrasilerde egemenliğin gerçekten halka mı ait olduğu suali daha da mana kazanır. Çünkü halkın istisna hâlinde bile tasarruf sahibi olmadığı bir nizamda, seçim sandıkları sadece muktedirlerin onay mercii hâline gelir. Günümüz dünyasında demokrasi itaati rasyonalize eden bir aygıt olarak çalışmaktadır. Michel Foucault’nun “iktidar en çok görünmediğinde etkilidir” sözü, tam da modern demokrasilerin mahiyetini ifşa eder. Artık iktidar cebir yoluyla değil, rıza ile işler; gözetim, hapishane duvarlarıyla değil, algoritmalar ve sosyal normlarla sağlanır. Böyle bir zeminde, insanın özgür iradesi sadece nazarî bir beklentiye indirgenir.
Demokrasinin bu denli sorgulanamaz oluşu, onun bir düzen olmaktan çok, bir inanç haline geldiğini teşhir eder. Bu noktada demokrasiyi tenkit etmek, dogmaları sorgulamaya eşdeğer görülmekte, hatta kimi zaman “özgürlük düşmanlığı” ile yaftalanmaktadır. Oysa gerçek özgürlük, sistemlerin içini boşaltan ezberleri değil, onları doğuran varsayımları sorgulamakla başlar. Belki de asıl mesele, demokrasinin kendisinden çok, ona yüklenen manadadır.
Netice olarak, demokrasi ne bir mukaddes inanç ne de değiştirilemez bir siyasi hakikattir. O, tarih boyunca güçlülerin elinde bir silaha dönüşmüş, halkın kendi yönetimine sahip çıktığına dair bir illüzyon oluşturmuştur. Türkiye’deki gençliğin demokrasiye olan yaklaşımı da, ne yazık ki bu aldatmacanın bir parçasıdır. Demokratik olduğunu düşünen ama onun kökenlerini, dönüşümünü ve araçsallaştırılmasını analiz edemeyen bir nesil, gerçek özgürlüğü asla keşfedemez. Belki de sorulması gereken en büyük soru şudur: Demokrasi, gerçekten halk için mi, yoksa halkı yönlendirenler için mi var?