1917’de T.S. Eliot, yalnızca beş yüz adet basılan ve tüm nüshalarının tükenmesi beş yılı bulan ilk şiir kitabı Prufrock ve Diğer Gözlemler’i yayımladı. Genç şairlerin ilk kitaplarında sıklıkla görüldüğü gibi, bu yayın biraz da “mahalle arası” bir hevesin esintilerini taşıyordu. Eserin yayınevi de gerçek bir yayınevi değil, Londra’da çıkan kısa ömürlü bir dergi The Egoist idi. Bugün “edebi modernizm”in kuluçkalarından biri olarak kabul edilen mezkur dergi, yeni bir soluk olduğundan emin, küçük bir entelektüel grubunun sesi sayılıyordu. Bu grubun içinde James Joyce, Ezra Pound gibi mühim şahsiyetler vardı.
Pound, o dönem “faşist” diye nitelendirilen, saldırgan kimliğine henüz bürünmemiş, saf ve hayırhah bir öğretmen gibiydi. Pound, The Egoist dergisinin yayın kurulunu Eliot’un kitabını basmaya ikna etti; üstelik masraflarını da eşinden aldığı parayla kendisi karşıladı. Pound, Eliot için “kendi kendini modernleştirdi” demişti. Pound, kendini Eliot’un akıl hocası gibi görmüş, ona kol kanat germişti.
Prufrock’un ilk münekkitlerinden biri, genç şairin üniversiteden arkadaşı Conrad Aiken’di. Aiken, sonradan kendisi de bir şair oldu. T.S. Eliot hakkında biyografi yazan Peter Ackroyd, Aiken’in Eliot’u Pound’dan daha iyi anladığını söyler.
Eliot’un şiir seyrini üç döneme ayırabiliriz. Eğitim ve ekonomik zorluklarla geçen ilk yılları Prufrock’ta ifadesini bulur; Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı ve Londra’daki zamanları Çorak Ülke ile taçlanır; ekonomik buhran ve II. Dünya Savaşı’nın vukû bulduğu süreç de Dört Kuartet’te şiire dönüşür.
Aiken, Eliot’u eleştirirken dürüsttü; onu “tuhaf bir adam” diye tanımlıyordu. Ne Amerika’ya ne Avrupa’ya has adamlara benziyordu. Ailesinin parasına muhtaç, üniversitede oyalanan, çok hassas ve biraz da sıkıcı biriydi. Eliot, Dmitri Karamazov, Rodion Raskolnikov kadar olamasa da “Artık kendimi bir Dostoyevski romanında yaşıyor gibi hissediyorum” diyordu.
1917’de 30 yaşına girerken zamanın ağırlığıyla yüzleşmeye başladı. Hint felsefesine ilgisi vardı. Budizm’e alâka gösterdi, bu mesailer ona mısralarında mistik olma kabiliyetini kazanmada yardımcı oldu.
Bir de özel hayatı vardı: Ani bir kararla evlendiği Vivienne Haigh-Wood ile mutsuz bir evlilik… Eliot o sırada bir bankada işe girmişti, diğer yandan şiirlerini yayımlıyor, eleştiriler kaleme alıyordu. Şairin yanında, Virginia Woolf ve Bertrand Russell gibi meşhur isimler de vardı. Bu süreç Eliot’u hırpalarken aynı zamanda olgunlaştırdı. Sonradan “Bu evlilik bana mutluluk getirmedi… ama bana Çorak Ülke’yi (The Waste Land) getirdi” diyecekti.
Bütün bunlardan daha mühimi ise kuşkusuz Birinci Dünya Savaşı süreciydi. Eliot cepheye gitmemişti ancak savaşın humması Londra’ya da taşmıştı. Cepheden gelen mektuplar kan ve sükuta uğrayan hayallerle doluydu. Vivienne’in kardeşi Maurice Haigh-Wood’un mektuplarını Eliot dergilere gönderiyor, kamuoyuyla paylaşıyordu. Bir mektuptaki şu satırlar sanki Hemingway’in “Silahlara Veda”sındaki sahneleri canlandırıyordu:
“Cüzzamlı bir toprak, yüzlerce genç adamın şişmiş ve kararmış cesetleriyle kaplı… bağırsakları dışarı sarkmış, ciğerleri parçalanmış, çığlık atan adamlar… Tel örgülere takılıp alev silahlarıyla kavrulan bedenler…”
Böylesi hisler onu hasta ediyordu; ama aynı zamanda bu hastalıktan tek kurtuluş yolunun eser vermek olduğuna inanıyordu. Onun için Çorak Ülke, tam da bu buhranın dışavurumuydu: korkunun, çaresizliğin, parçalanmış bir dünyanın senfoniye dönüşmüş hali…
Çorak Ülke’nin birinci bölümü Defin Merasimi’nden bir kısım:
“Hülyalı şehir,
Kahverengi sisi içinde bir kış sabahının,
Akıp gidiyordu ahali Londra Köprüsü’nden, bi’ dolu insan,
Hiç aklıma gelmezdi öğütmüş olsun ölüm bunca insanı.
İç çekişler, kısa kesik kesik soluk alıp verişler,
Ayakucuna dikmiş her biri gözlerini.
Tırmanıp tepeye akın akın aktılar King William Caddesi’ne,
Aşağıya, Saint Mary Woolnoth çan kulesinin
Dermansızca tam dokuz diye çınladığı yere.
Tanıdık birini gördüm orda, seslenip durdum sonra: “Stetson!
Yanımdaydın gemilerde, Mylae’de beraberdik seninle!
Geçen yıl bahçene diktiğin şu ceset,
Başladı mı filizlenmeye? Çiçek açar mı bu sene?
Dağıttı mı yoksa döşeğini birden bastıran ayaz?
Aman ha uzak tut köpeği, insan canlısıdır o,
Tırnaklarıyla eşeler de çıkarıverir gene!
Sen! Hypocrite lecteur – mon semblable – mon frere!” (Lat. İkiyüzlü okuyucu -dostum- erkek kardeşim!)
Kendi sözleriyle: “Şiir, hislerin serbest bırakılması değil, histen kaçıştır; şahsiyetin ifadesi değil, şahsiyetten kaçıştır.” Bu yüzden Eliot, Rudyard Kipling ya da Charles Bukowski gibi okuruna “yakın” değildir. O kendini perde arkasına çeker, yalnızca bestesinin sesini bırakır. “Spot” ışığı orkestranın şefinde değil; armoniyi oluşturan her bir enstrümanın üzerinde huzmeler yayılır. Bu kendini tecrit ediş, Çorak Ülke’nin tesirini kuvvetlendirir. Şair Çorak Ülke’de, mahşer sonrası bir manzara çizer; savaşın, şiddetin, travmaların silüeti vardır. Gölgelerin eteğinde keskin sekanslar, farklı diller, başka şehirler, mitolojik ve kültürel atıflar da yer alır. Bu kargaşa, dünyanın parçalanmış hâlini tasvir eder.
Ezra Pound’un katkısıyla kısaltılan ve keskinleştirilen metin, sonunda 20. yüzyılın en iyi şiirlerinden biri hâline geldi. Zaten Pound, Çorak Ülke’nin girişine “Ezra Pound’a il miglior fabrro.” (Lat. En iyi kumaş.) yazarak büyük bir jest yapmıştır.
Evet, Eliot Amerikan asıllı İngiliz şairdir; fakat kendisinin Amerikalılığı da mühimdir. Onu kıyaslamak istediğimiz diğer Amerikalı şair Walt Whitman’dır. Whitman hazcı, çok renkli bir sese sahipken, Eliot karanlık, kasvetli ve mistiktir. Whitman’ın dünyasında “tanrı” dostane bir kavramdır. Eliot’un dünyasında yaratıcı uzak, aranılan, ona teslim olunası ulvî bir mefhumdur. Zaten sonraları Anglikanizm’i kabul edecek ve “takdis” edilmek için kendi cehenneminden Kül Çarşambası’ndan valide Meryem’e seslenecektir:
“Dilerim ağır kesilmez cezamız hüküm günü
Madem artık uçmaya değil
Olsa olsa göğü dövmeye yarar bu kanatlar
O şimdi daracık ve kupkuru kalmış göğü
İradeden daha dar, istençten daha kuru
İhtimamı öğret bize ve savsaklamayı
Öğret bize uslu uslu oturmayı.
Yalvar biz günahkârlar için şimdi ve ölüm vaktimiz erişince
Yakar bizim için hem şimdi hem ölüm vaktimiz erişince.”
İçine kapanan, kendini yalnızlaştırıp yetinmesini bilen, arzularına kolayca ulaşabilenler için dünya matah bir yer sayılabilir. Ancak aslan yürekliler için bugün yeryüzü hala Eliot’un anlattığından daha güzel bir yer değildir. Meziyeti olanlar, elindekini silah bilip iyi, doğru ve güzeli heykelleştirmelidir. Mikelanj’ın dediği gibi, “hayat sonuna kadar mücadele etmektir!”