Tanrılaştırılan akıl ve insan

0
Tanrılaştırılan akıl ve insan
Günümüz insanı, “inandım” demenin ötesinde bir mükellefiyet istememekte, Allah’a inanma fikrini kabul etmekle birlikte, onun emir ve yasaklarını reddeden bir tavır göstermektedir. Bu tutum, Allah’a adeta hudut tayin eden, onu kâinattan dışlayan ve insanı Tanrı konumuna yükselten bir cüretkârlıktır.

Modern çağ, insanın kendisini hem fail hem hüküm koyucu hem şahit hem hâkim kıldığı bir devri temsil eder. Bu çağda din, giderek insanın konfor alanına müdahale eden, sınırlayıcı ve eski bir otorite olarak algılanmakta, akıl ise özgürlüğün ve ilerlemenin sembolü hâline getirilmektedir. Özellikle İslam dünyasında 19. yüzyıldan itibaren başlayan, 21. yüzyılın son çeyreğinde ise hız kazanan sekülerleşme süreci, dindar kitlelerin bile konformizmin cazibesine kapılarak manevî iklimden uzaklaşmasını sağlamıştır.

Müeyyidesiz Bir İnanç Arayışı

Günümüz insanı, “inandım” demenin ötesinde bir mükellefiyet istememekte, Allah’a inanma fikrini kabul etmekle birlikte, onun emir ve yasaklarını reddeden bir tavır göstermektedir. Bu tutum, Allah’a adeta hudut tayin eden, onu kâinattan dışlayan ve insanı Tanrı konumuna yükselten bir cüretkârlıktır. Müeyyidesiz, mükellefiyetten âzâde bir inanç arayışı, günümüzün en belirgin zihinsel sapmalarındandır. Tanrı tasavvuru, kişinin arzularına nispetle şekillenmekte; emir veremeyen, müdahale edemeyen, sadece “inanılmış” bir Tanrı anlayışına indirgenmektedir.

Akıl, İslam’da yüceltilen bir değerken, modern çağda ilahî olanın yerine ikame edilen, tartışılmaz bir put hâline gelmiştir. Artık akıl, sadece bir idrak vasıtası değil, aynı zamanda hüküm koyucu ve mukaddesatın belirleyicisidir. Bu ise aşikâr bir şirktir. Dinin hükümlerini sorgulayan, hatta ortadan kaldırmaya yönelen bu akıl kültü, insanı hakikatten koparmakta ve sahte bir özgürlük illüzyonuna mahkûm etmektedir.

Batı’nın Din Tecrübesi

Batı, Tanrı’yı göğe göndermiş, onun dünyada tasarruf sahibi olma kudretini akla devretmiştir. Fransız Devrimi sonrası, Kilise akıl tapınaklarına dönüştürülmüş, İncil’in ilahîliği kabul edilmekle birlikte yorumu beşer aklının tekelinde kalmıştır. Voltaire, Tanrı’yı kâinata müdahale etmeyen bir saatçi olarak tasvir ederken, Rousseau ise dini bir ahlâk öğretisine indirgemiştir. Bu fikirler, vahyin yerine insan aklını geçirerek ilahî olanı tarihselleştirmiştir.

Ne hazindir ki bu zihniyet, oryantalist misyonlar ve yerli müntesipleri vasıtasıyla İslam coğrafyasına da sirayet etmiştir. Kur’an elde tutulur, ancak hükmü tanınmaz, Peygamberin sünneti muhafaza edilir, fakat hükümleri geçersiz sayılır. Cami, aklın hüküm sürdüğü bir platforma çevrilir, vahiy arka plana itilerek hüküm koyma hakkı akla teslim edilir.

Plutos’un (Yunan mitolojisinde zenginlik ve bolluk tanrısı) modern temsilcisi, bugün banka şubeleridir; hayatın mabetleri, artık maddî teminat merkezleridir. Müslüman toplumlarda da dinî mükellefiyetler, maddî refah uğruna terk edilmekte, konforun bozulmaması adına mukaddesatın hükmü inkâr edilmektedir. Demokrasi söylemleri -özgürlük, eşitlik ve insan hakları- çoğu zaman seküler bir hayat tarzının kılıfı hâline gelmekte, bu da Müslüman kitleyi manevî köklerinden kopararak “dünyaya din pahasına sahip olma” fikrine yöneltmektedir. Bunun adı alenen “dünyayı dine tercih etmek”tir.

Bugün sosyal medya platformları da kişinin kendi hakikatini üretip teşhir ettiği dijital tapınaklara dönüşmüş durumda. Bu ortamda ‘ben’ mutlaklaşır, dış otorite yani vahiy, gürültüye kurban edilir.

Aklın Haddi ve Çözüm Yolu

İslam tefekküründe akıl, vahyin idrak edilebilmesi için bir vasıtadır, onun yerine ikame edilen bir otorite değildir. İmam Maturidî’ye göre akıl, Allah’ı bulur, fakat ibadetleri ve ahkâmı belirleyemez. İmam Gazalî ise şöyle der: “Aklın sonu, vahyin başladığı yerdir.” Bu yaklaşım, aklın değerini küçümsemeden, onu haddinde tutmayı öğütler. Aklın tanzim edici değil, tâbi ve tefekkür edici bir hüviyette olması, İslam’a muhatap anlayışın merkezî esaslarından biridir.

Geçmişte sadece maymun seyri kıymet derecesinde sözde entelektüel zümrelerin dile getirdiği, 21. yüzyılda Kur’an’ın ve hadislerin geçersizliği söylemleri, artık lümpen tabakada da yaygınlaşmıştır. Peygamber’in sözleri ve Kur’an’ın hükümleri, modern hayatın konforuna engel teşkil ettikçe, sorgulanmaya ve inkâr edilmeye başlanmıştır. Bu durumun temelinde ise dünya sevgisinin kalplere yerleşmesi mevcuttur.

Bu bataklıktan çıkışın yegâne yolu, hatanın başını -yani dünya sevgisini- kalpten söküp atmaktır. Bu hem zor hem kolaydır. Zordur, çünkü nefs buna direnir; kolaydır, çünkü Allah kuluna yardım edendir. “Er kişilerin himmeti dağları yerinden oynatır” denmiştir. Himmet ve gayret... Kul isteyecek, Allah Teâlâ lütfedecektir. Akıl, olması gereken konuma indirilmeli, din, hüküm koyucu ve belirleyici asli yerine iade edilmelidir.

Hakikatin Rotasına Dönüş

Modern çağın en büyük meselesi, insanın kendisini ilah yerine koymasıdır. Aklı takdis etmek, insanı özgürleştirmez, tam aksine, onu hakikatin dışında kalan bir köleliğe mahkûm eder. Allah’a, dine ve mukaddesata karşı geliştirilen bu meydan okuma, kişiyi ve toplumu manevî çöküşe sürükler. Bu sebeple, Müslümanlar olarak iç muhasebemizi yapmalı, aklın değil, vahyin hükümranlığını esas alarak yeniden istikamet üzere bir hayatı inşa etmeliyiz. Kur’an’ın kadim hakikatiyle yeniden tanışmak, sünnetin izini takip etmek ve kalbi dünya sevgisinden arındırmak, sadece bir diriliş değil, aynı zamanda bir kurtuluş vesilesidir.

Aklın hâkim olduğu değil, vahyin rehberliğinde yol alan bir insanlık mümkündür. İşte hakikatin rotası da budur.

Yorum Yazın