Türkiye’de insanlar resmi anlamda kendi özgür seçimleriyle ya da gelenekleri gereği olarak değil, ”….Laiklik ilkesinin gereği” olarak kutsal din duygularına sahip olabilmektedirler. Laiklik ilkesinin gereği olmayan din duygularına ise asla sahip olamazlar! Kısacası Türkiye’de insanlar Cumhuriyet Devleti’nin indinde “laiklik ilkesinin gereği” kadar Müslüman”dırlar. Bundan ne fazla ne daha az “Müslüman” olamazlar!
Türkiye’de insanlar ne kadar bireyselleşebilir? Eğer liberal olmak “bırakın yapsınlar” tezinin her alanında geçerli ise bunu nereye kadar götürebilirler? Senin özgürlüğünün başladığı yerde benimki biter gibi bir bakış açısı zorunlu bir dayatma olmasın mı? Şimdi özgürlük dediğimiz şey başkasına bu kadar bağlı ise nasıl bir özgürlüğüm var benim? Başkasının kısıtlayıcı bu özgürlüğü ferdi toplumu dışlamaya ve ferdi toplumdan tecrit etmeye götürürken, toplum olmadan fert olmayacağına göre ferdi de ortadan kaldıran bir durum değil midir? Aslında bu bakış açısı bir kısır döngü görüntüsü verse de bir noktada kırılıyor ve bu kırılan yer “hepimiz özgürüz ama bazıları daha özgür” olmaya bırakıyor yerini.
Öncelikle laiklik ve birey olmak arasındaki ilişkiyi anlamak için Aytunç Altındal’ın kurguladığı bir örnek üzerinden gidelim:
Sıradan bir Türk vatandaşını ele alalım: Yurtdaş yurduna, milletine ve ordusuna yürekten bağlı, kendisine öğretildiği kadar anti-komünist, tam düzenin istediği, ağzı var dili yok, büyüklerimiz her şeyi bilen iyi bilirlerci bir yurttaş olsun. Bu örnek yurttaş, günün birinde, T.C Devleti’nin, doğumuyla birlikte kendisine verdiği nüfus kâğıdına bakıp da, orada kendisinin bizzat T.C Devleti tarafından “Müslüman” olarak kabul ve tescil edildiğini görse ve bunu ciddiye alarak, “mademki benim T.C Devletim beni Müslüman olarak görüyor ve kabul ediyor, öyleyse ben de TAM BİR MÜSLÜMAN gibi, yani İslamiyet’in koyduğu yasa ve hükümlere FİİLEN uyarak yaşayayım” dese ne olur? Bakın ne olur. T.C Devleti’nin bizzat verdiği nüfus kâğıdındaki sen “Müslüman”sın ibaresini ciddiye alıp ona göre- İslami esaslara göre- hayatını ve çevresini düzenleyerek yaşamaya başlayan yurttaş, ona sen “Müslüman”sın diyen ve/fakat kendisi “Laik” olan Cumhuriyet Devleti tarafından Cumhuriyet’in Ceza Yasalarını ihlâlden yargılanır ve şahıs ısrar ettiği takdirde de mahkûmiyeti cihetine gidilebilir.
Bu şahsın başına gelenlere üzülüp onu savunmaya kalkışacak olan bir başka şahıs –veya maazallah bir örgüt- ise yine aynı T.C Anayasa’sının BAŞLANGIÇ bölümünde yer alan aşağıdaki şu ibareyle saf dışı bırakılır. Direnirse o da aynı akıbeti paylaşır, olur biter.
“Hiçbir düşünce ve mülahazanın Türk milleti menfaatlerini, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inklapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politiya kesinlikle karıştırılmayacağı...”
Çıkan sonuç şudur ki, Türkiye’de insanlar resmi anlamda kendi özgür seçimleriyle ya da gelenekleri gereği olarak değil, T.C Anayasası’nın BAŞLANGIÇ bölümünde yer alan”…. Laiklik ilkesinin gereği” olarak kutsal din duygularına sahip olabilmektedirler. Laiklik ilkesinin gereği olmayan din duygularına ise asla sahip olamazlar! Kısacası Türkiye’de insanlar Cumhuriyet Devleti’nin indinde “laiklik ilkesinin gereği” kadar Müslüman”dırlar. Bundan ne fazla ne daha az “Müslüman” olamazlar! Tabiatıyla “…Laiklik ilkesinin gereği” olarak kutsal din duygularına sahip olmadan “Laik” de olamazlar! Ölçü budur. Budur ama T.C Anayasası’nda sözü edilen “kutsal din duygularının” neler olduğuna şahıslar değil, T.C Devleti karar verir.
Şimdi de bunun tersi durumu görelim. Bu kez de “çağdaş” olmak hevesiyle yanan, İslamiyeti küçümseyen, bir an önce Batılılaşmak isteyen, Amerikalılara gönülden ve göbekten hayran bir Türk yurttaşını ele alalım. Bu örnek yurttaş da, günün birinde nüfus kağıdını değil de, T.C Anayasası’nın sözkonusu hükümlerini ciddiye almış olsun. Ve kendisini “Müslüman” olarak değil de “Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Laik Türk Yurttaşı” olarak tescil ettirmek istesin. Örnek yurttaş bundan böyle nüfus kağıdında Müslüman olarak değil de “Laik” olarak görülmek istemektedir, olamaz mı? Olamaz. İlginçtir ki, “Laik” Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Yurttaşının nüfus kağıdına “Sen Laiksin” diye yazamaz. Yurttaş ısrar ederse, önce bir başvuru formuyla mahalli makamlara başvurması istenir kendisinden ve yurttaşın hevesi daha gideceği ilk karakolda kursağında kalır. Sözkonusu Amerikan hayranı yurttaş, T.C Devleti’nin karakollarından birinde, gayet bilgili ve tecrübeli bekçi ve polislerce kullanılan “münasip dille” Müslüman olmasının ve böyle kalmasının kendisi için ne kadar hayırlı ve uğurlu olduğunu ve olacağını öğreniverir. Türk polisine duyacağı şükran ve minnet duygularıyla “sapık ideolojilere kapılmaktan” vazgeçer, evine döner. Israr ederse ne mi olur? Deneyen görür.
Kısacası Türkiye’de yaşayan insanlar, doğum ve ölüm safhalarında Müslüman, yaşamları süresince ise “laik” olmak zorundadırlar. Doğum ve ölüm safhalarında dedim, çünkü şimdiye dek T.C Devleti’nde ne “Müslüman” doğup laik yaşamak zorunda olacak olan bir bebek için, ne de Müslüman doğmuş, laik yaşamış ve ölünce tekrar (!) Müslüman olmuş bir yurttaş için nasıl bir dini cenaze töreni yapabileceği keşfedilebilmiştir. T.C Devleti, bu karışıklığı önlemek için olmalı ölümlerde “laik cenaze töreni” değil, “İslamî cenaze törenleri yaptırmaktadır.
Ne acıdır ki, şaka gibi gelen bu durumlar Türkiye toplumunun gerçekleridirler. Yürürlükteki “Laiklik” anlayışı değiştirilmedikçe de sürüp gidecektir bu traji-komik durum. T.C Devleti, çeşitli mülahazalarla, Türkiye’de tam bir “Müslüman” gibi yaşamak isteyen(ler)in de başına çeşitli sorunlar çıkartabilir, her dilediği ya da gerekli gördüğü anda. Çünkü Türkiye’de yurttaş/birey “Devlet için” vardır; yurttaş/birey için devlet ilkesi yoktur, olmadığı için de, Türkiye’de yurttaşlar devletin izin verdiği kadarıyla bireyselleşmektedir.
Doğal olarak diyor Jung, “Toplumun kendini kötü bir öznelcilikten koruma hakkı vardır, ama toplumun kendisi bireyleşmemiş (şahsiyet kazanamamış) insanlar tarafından oluşturulduğu sürece, tamamen acımasız bireycilerin merhametine kalacaktır.” İşte bu paragrafta mevcut düzenin geliş gidişi, iniş çıkışı ile tarihinin görünüşü vardır. Bunun için iktidara gelme ile iktidarı ele geçirme arasındaki kaba farkların ortaklığını veren bir durumu görürüz Jung’da…
Devletin bekası için kurgulanmış göstermelik, fert potansiyelinin devletin sınırlarını taşırınca bir kılıç gibi kesmeye yarayan bir giyotin gibi işletilen bir anayasa… İşte yıllarca fertlerin başını yiyen bu duruma bir de özgür birey, “bırakın yapsınlar” doktrini ile bireye aşılanan motivasyon sayesinde çabucak giyotine gitmeler; laikliğin şahsiyet olmaya engel boğucu yapısından kurtulmanın bir devası olarak görülen liberalizm doktrinine sarılmak… Denize düşen yılana sarılır sözünün tecelli yeri gibi… Şimdi de yılanın yılan olduğunu fark edince ne olacak? İşte bizdeki milliyetçilik anlayışının tam yeri? Liberalizm ile milliyetçilik arasındaki ilişki ulusal sol komikliğinden daha beter bir durum arz etti hep: bir yandan ya devlet başa ya kuzgun leşe anlayışını aşılayarak devletin kutsiyeti (!) meselesi, bir yandan devlet-rejim aynılığı içerisinde düşülen çıkmazın getirdiği düzen yanlısı milliyetçilik anlayışı, bir yandan bu milliyetçilik ile Müslümanı devletçi kutsamaya zorlayış, devletine bağlı insanların laikliğin Müslüman gibi yaşamaya getirdiği sarsılmaz kısıtlamalar, işte “namazına karışan mı var” lafları, ve böylelikle devlet mi İslam mı derken “sözkonusu vatan oldu mu gerisi teferruattır” sözü ile bu çelişkiden kurtulmanın sahte avuntusu… Vatan, devlet, rejim, İslam, laiklik gibi her biri ayrı ayrı anlaşılmayan meseleleri bir çorba haline getirip millete sunmalar… İşte meselelerin meselesi olan bir vakıa daha… Kemalistlerin yıllarca “yaşasın hürriyet” naralarından anlaşılması gereken şey de yaşasın küçük bir elitisttir. Bunu laikliğin liberal ve demokrasi ile bağdaşmayan yapısında görmek çok da zor değil… Mesele uzamasın diye tek tek üzerinde duramayacağımız bu kavramlar bir tarafta dursun, ayrıca laiklerin seküler oldukları iddiası da bir palavradan ibarettir, yukarıda bunu da anlattık. Laiklik ile seküler olma arasındaki en büyük fark şudur: Seküler olmak demek inandığınız tanrılar eşit değiller ama aralarında bir hiyerarşi yoktur ve bir tanrının diğer tanrıya mutlak hakimiyeti söz konusu değil, laiklik de ise bu katı bir hiyerarşi belirtir ve devlet dini diğer tüm tanrılara mutlak hakimdir ve biçim verenidir. Bir Batılının Atatürk için söylediği laiklik peygamberi ve yine aynı yazarın söylediği bu dinin manastırı olan köy enstitüleri… Bizim ülke özelinde bakıldığında ise laiklik, Allah’ı denetim altına alma ve ona mutlak hakim olmanın hem fikirde hem fiiliyatta tarihidir. Bu anlamda bugünkü ana sorunlarımızın kaynaklarını görmek isteyenler buralardan başlamalıdır!..
Kısaca söylemek gerekirse, Doğal olarak diyor Jung, toplumun kendini kötü bir öznelcilikten koruma hakkı vardır, ama toplumun kendisi bireyleşmemiş (şahsiyet kazanamamış) insanlar tarafından oluşturulduğu sürece, tamamen acımasız bireycilerin merhametine kalacaktır. Buradan hareketle fert şahsiyetinin gerekliliğinin çaresini bir sos olmaktan öteye geçemeyecek bir düşünce olarak demokraside arama, vıcık vıcık bireylerin kendi vıcık kişiliklerinin de sorumluluğunu alma noktasına varmıştır. Yani, eskimiş özgürlük, eşitlik, kardeşlik fikirleri kişiye şahsiyetini kazandırmada yeterli olamadığı gibi, isteklerini yönlendirebileceği tek insanların cellatları olduğu, yani kitlelerin sözcüleri kalmıştır.
Şimdi ruhuna nüfuz edilmemiş bu kavramların bir de pratiğini düşünürseniz, ne gibi problemler yumağını bizlere hediye ettiğini görürsünüz… Ayrıca yine işin bu yönü ile ilgisi içerisinde vurgulanması gereken bir diğer konu, yıllardan beri başımızı yiyen ordu göreve çağrıları. Ordu niçin göreve, hangi hakla göreve? Orduyu da laiklik bilinmezi içerisine katarsanız, bilinmeyenin anlamsız kol kuvveti olarak görmekte pek zorlanmazsınız. Ayrıca motive etme gücünü yitirmenin getirdiği ruhiyatla başvurulan bir şiddet şekli olarak kemalizm, daha başlangıcında ölü doğmuş, Üstad Necip Fazıl’ın ifadesi ile “ne olduğu ile değil ne olmadığı ile anlaşılabilecek” bir psikoloji olmanın ötesinde bir mana ifade etmemiştir.
Son olarak şöyle diyebiliriz: hiçbir ferdin şahsiyeti laik anayasayı aşamaz ve sağlam bir karakter zemininde şekil alamaz; o her zaman vıcık vıcık bir karakter içerisinde olmak zorundadır!..
Kahrolsun ümmet fikri
Son zamanlarda bazı güya Türkçü hizipler, ümmet kavramına bile tahammülleri olmadığı yönünde beyanatlarda bulunmakta ve Filistin meselesini bir Arap meselesi olarak göstermeye çalışmaktalar. Bu keskinlik tutmayınca bu defa “Filistin meselesi bizim milli meselemiz değil” gibi abuk bir yumuşamaya gidiyor, milli bir meseleleri varmış gibi! Bu türden psikolojileri biraz daha detaylandırmak gerekli. Psikolojinin hadiselere yönelirken elde ettiklerinin de o psikolojinin rengine bürülü olması, hangi psikoloji ile yöneldiğini gösterici oluyor. Mesela melankolik bir psikoloji içerisindesiniz, bu durumda iken her şeyden melankolik bir hale büründürüp öyle bakarsınız. Seviyorsanız sevgilinin her hareketinin iyi oluşu ve bir hikmete binaen yaptığı şeklinde yorum yapmanız gibi. Sevgiliniz bir cinayet işlese, adamı doğrasa sonra da gömüp Fatiha okusa, siz “ne kadar dindar bir insan ne güzel Fatiha okuyor” dersiniz. Bizdeki milliyetçilik de tam böyle bir şey: Türkün gücü gibi Romavari bir kibir ve gurur mahfazası içerisinde iken en büyük politikası, “karşımıza gelse ağzını burnunu kırarız”, “füze de neymiş patlasın da görelim cürmü kadar yer yakar”, “dolar mı yükseldi, fazla yükselmesin biz indirmesini biliriz”, “faiz mi, onun yüzdesini alırım dımdızlak kalır ortada, önümde diz çöker, özür diler” kıvamında karşı çıkışlara sebep olması… İşte bizdeki milliyetçilik en iptidai biçimi ile bu …
Türkiye’de milliyetçilik adına yürütülen her politika ve meydana gelen her müessese İslâm’ın düzene öfkesini absorbe etmenin ve İslâmî her hareketi düzene entegre etme ve tüketme amacıyla kurulmuştur. Dolayısıyla bu müesseseler bir taraftan sorunların kaynağı iken diğer taraftan düzen adına yıkılmaması gereken müesseselerdir. Ne demek mi istiyoruz? Materyalizme karşı olan milliyetçiliğimiz Marksist diyalektik kullandıklarını anlamak için şöyle bir bakmak yeter: Diyalektik materyalizm, ahlâkî ihtirasları ilmi bir teyit olarak öne sürmektedir…Böylelikle objektivizmi kendinde olan ahlaki ihtirasların ideolojisi oluyor… Milliyetçilik ise bütün psikolojisini İslami figürler ile mezcetmeye çalışarak bir taraftan yaptığı her şeyi tanrının isteği gibi görmeyi sağlayarak moral bulduruyor, diğer taraftan ırkı yüceltmenin yolunu açıyor… İşte bu durum içine şüphenin giremeyeceği bir bulamaç halinde Müslümanı pasifize edip düzenin kullanacağı objeler haline getiriyor. Diyalektik materyalizmden farkına gelince şunu diyebiliriz; diyalektik materyalizm ahlaki ilmileştirerek ihtirasları objektifleştiriyor olmasına karşın, milliyetçilik, ırkî ihtirasların İslâmî olduğu düşünülen bir ahlâkî yapı ile temellendirilmesidir. Marksizm ilmin yanlışlığı ile karşı çıkış yolu bulunabilirken, ırkçılık anlamında milliyetçilik, fikrin, ilmin veya bu anlamda başka bir metot ile karşı çıkılamaz bir entegrist ve yobaz kafaya sebep oluyor.
İşte bu durum mevcut iktidarda had safhalara çıkarılmış durumdadır. Bu anlamda İslâmî olan her hareketin vatan haini gibi yaftalarla etiketlenmesini sağlamaktadır. Bu durum fikri tekamülün önüne geçtiği ve aklı dondurduğu için iyi doğru ve güzelin ölçülerinden hareketle değerlendirileceği fikirlerden ziyade sadece psikolojik olarak yaklaşımı gerektirmektedir.
Kaba çizgilerle belirttiğimiz bu psikoloji, derinlemesine bakıldığında daha birçok şey söylenebilir. Bizim meselemiz Filistin olduğundan kısa kesip devam edelim. Yukarıda yazdıklarımızı niçin yazdık? Ters prensipler üzerine bina edilmiş ülkemizi aslî prensiplerine döndürmek ve bununla birlikte dünya çapında bir inkılabın öncüsü olması için içinde bulunduğu garabeti, çözülemez görünen düğümleri çözebilmek için…
Türkiye düzelmeden insanımız düzelmez gibi bir yanlışa düşmeyeceğim. Çünkü bu her şeyi dondurup kronolojik bir sıralama gibi algılanır. Bugün Filistin meselesinde de görüldüğü gibi, Anadolu insanı hareket ettikçe, sağa sola çarpa çarpa, orda burada küçük büyük demeden eylem yaptıkça, sesini yükselttikçe, bir şeyleri talep ettikçe ve bunu bir fikir kalıbına döke döke ilerledikçe tanıyacak düşmanını, tanıyacak tarihini, tanıyacak eline ayağına prangaları kimin vurduğunu, tanıyacak ulus olmak için milyonlarca kardeşinin katledilişine seyirci kalması gerektiğini söyleyenleri, tanıyacak sahte kahramanları, tanıyacak şehadet parmağı göklere uzanan bebeğin ölmüş bedenindeki canlılığın nereden geldiğini, tanıyacak “Filistin topraklarını sattı” deyip oh çeken insanların dost mu düşman mı olduğunu, tanıyacak sabahtan akşama kadar hamaset parçalayan ama sisli havalarda, karanlık çöktüğünde lambalarını söndürüp deliklerde uykuya dalanları. İşte o gün, her gün gibi “ân”da saklı bir sır olarak bugündür!..