Eserde işlenen karakterler, hadiseler ve fikirler, bugünün dünyasını idrak etmek için de birer anahtardır. Özellikle Ömer Hayyam ve Hassan Sabbah gibi tarihsel karakterlerin roman kurgusuyla yeniden canlandırılması, Maalouf’un tarih ile kurgu arasında nasıl incelikli bir muvazene kurduğunu gösterir.
Maalouf, tarihî gerçeklikleri kurmaca içinde yeniden üretirken, okurunu yalnızca geçmişle değil, bugünün dünyasıyla da yüzleştirir. Semerkant’ta anlatı, akademik bir tarihçiliğin sınırlarına bağlı kalmadan ilerler; ama bu serbestlik, mükellefiyetten uzak değil, edebi mükellefiyetin ta kendisidir. Maalouf, hadiselere tarihsel belgelerin ötesinden, insanın varoluşsal ve ahlaki buhranları içinden bakar. Bu yönüyle Semerkant, “ne olmuştu?” sorusunun değil, “neden böyle olmuştu?” sorusunun peşindedir.
Hayyam, Hasan Sabbah ve Haşhaşiler
Semerkant, romanda yalnızca bir şehir olarak değil, medeniyetin manası üzerine tefekkür etmenin bir vesilesi olarak karşımıza çıkar. Şehir, mekândan öte bir zihniyet biçimidir. Bu bağlamda roman, Doğu’nun kaybettiği bazı değerlerin izini sürer. Maalouf’un Semerkant’ı, metaforik olarak da bir kaybın adıdır. Zamanla kaybedilen hakikat, hürriyet, cesaret ve merhamet gibi kavramlar, romanın her sayfasında hissedilir.
Hayyam karakteri, yalnızca bir şair değil, hakikatle sürekli çatışan bir düşünürdür. Rubaileri, Tanrı, varlık, zaman ve insanın trajedisi üzerine sorgulamalardan doğar. “Değildir yoksul, azla yetinmeyi bilen!” diyen Hayyam, hayatı her aşamasında sorgularken aynı zamanda onu kabullenmenin yollarını da arar. Maalouf’un Hayyam’ı, ne klasik manada bir dindardır ne de mutlak bir muhalif. O, sınırların dışına taşan bir aklın sahibidir. Rubai defterinin Titanic faciasıyla okyanusun dibine gömülmesi, düşüncenin zaman içinde nasıl unutulabildiğini, hatta bastırıldığını anlatır. Hayyam, modern çağın kişisel arayışları içinde hâlâ canlı ve günceldir.
Sabbah karakteri, inancın nasıl bir ideolojiye, ardından da bir tahakküm aracına dönüşebileceğini gösterir. “Yalancı ağızlardan dökülen sadakat sözleri kadar kandırıcısı bulunamazdı.” sözü, hem fedailerin kör bağlılığını hem de Sabbah’ın stratejik zekâsını açığa vurur. Burada Maalouf, inancı ve şiddeti sorgularken siyasal düşüncenin sınırlarına dair de bir tartışma açar. Fedailer, sadece birer militan değil, aynı zamanda inançla iradeleri bastırılmış kişilerdir. Bu noktada roman, fert ile cemiyet, inanç ile hürriyet, hakikat ile mutlaklık arasındaki gerilimi derinleştirir. Hassan Sabbah’ın figürü üzerinden, Maalouf aslında dogmatik düşüncenin tehlikelerine işaret eder.
Romanda kadın figürleri, görünürde geri planda dursa da, hadiselerin yönünü değiştirecek kadar kudretlidir. “Bizde erkekler savaşır, ama onlara kiminle savaşacaklarını kadınlar söyler.” diyerek kadının yönlendirici gücüne işaret eden anlatım, tarihin kadın eliyle nasıl yönlendiğini düşündürür. Maalouf, kadınları doğrudan çatışmaya sokmaz ama onların varlığıyla zihinsel bir etki yaratır. Kadınlar, sezgi, sadakat, aşk ve direnç gibi duyguların taşıyıcısıdır. Bu yönüyle roman, eril tarihin içinde dişil bir iz bırakır.
Doğu-Batı ve Kimlik Meselesi
Romanın ikinci bölümünde, okur İran’ın 20. yüzyıl başlarındaki modernleşme sancılarıyla karşılaşır. Bu süreçte Batı ile kurulan ilişki hem bir medeniyet arayışı hem de bir kimlik bunalımı olarak tezahür eder. Maalouf, bu gerilimi yalnızca siyasal bir çerçevede değil, kültürel ve kişisel düzeyde de işler. “Uykusuz geçen gecelerin düşünceleri inatçı olur...” cümlesiyle anlatılan bu sancılı dönüşüm, kişinin iç dünyasındaki değişimin de bir izdüşümüdür. Özgürlük ile otorite, gelenek ile yenilik, umut ile hayal kırıklığı iç içedir. Romanın sonlarına doğru modernleşme, tıpkı geçmişte olduğu gibi, yeni türden despotizmlere kapı aralar.
Roman karakterlerinden Benjamin, Yahudi kökenli Amerikalı bir gazeteci olarak “yer” ve “yurt” kavramlarına dair belirsizliklerle örülüdür. Maalouf’un birçok eserinde olduğu gibi burada da kimlik, sabit değil, akışkan bir olgudur. Benjamin’in hem Amerika’ya hem İran’a hem de Hayyam’ın fikir dünyasına duyduğu aidiyet, parçalı bir kimlik tahayyülünü gösterir. Sürgün, yalnızca fiziki bir yer değiştirme değil, ruhsal bir yabancılaşmadır. “Onurlu bir adam, susuzluğunu giderdiği kuyuya taş atmaz!” diyen anlatıcı, sadakatin ve köklerin manasına dair derin bir düşünce bırakır. Bu yönüyle Semerkant, günümüzün göç ve kimlik tartışmalarına da ışık tutar.
Edebiyat Dünyasında Semerkant’a Dair
Semerkant, yalnızca konusu ya da karakterleriyle değil, ele aldığı felsefî ve tarihsel meselelerle de klasikleşir. Maalouf, çağlar arasında köprü kurarken okuru da tefekküre davet eder. Hakikatin peşine düşmek, çoğu zaman tek başına kalmayı göze almak manasına gelir. Bu yüzden kitap, kolay okunur ama kolay sindirilemez.
Amin Maalouf’un Semerkant’ı, yalnızca okuyucular nezdinde değil, yazarlar ve münekkitler arasında da derin bir etki bırakmıştır. İtalyan yazar Umberto Eco, bir söyleşisinde Maalouf’un eserini “tarihle edebiyat arasında kurduğu zarif köprü” olarak tanımlar. Fransız denemeci Jean d’Ormesson ise Semerkant için, “Doğu’nun ruhunu Batı’nın gözüyle bu kadar incelikle anlatabilen çok az kitap vardır” der.
Edward Said, Semerkant’ı “oryantalizmin tuzaklarına düşmeden Doğu’yu anlamaya çalışan nadir romanlardan biri” olarak niteler. Alman mütefekkir Hans Küng ise, romanı “düşünce ile inanç arasında köprü kurabilen ender anlatılardan biri” olarak değerlendirir ve Maalouf’un yaklaşımını “evrensel ahlak fikrine edebi bir zemin sunmak” olarak tanımlar.
Bu yorumlar, Semerkant’ın yalnızca bir anlatı değil, çok katmanlı bir düşünsel metin olduğunu gösterir. Maalouf’un metni, kültürler arası bir diyalog çağrısı olarak da okunabilir.
Kayıp Bir Rubainin Ardında
Semerkant, geçmişle kurulan duygusal ve entelektüel bir rabıtanın ifadesidir. Bu eser, yalnızca bir roman değil, aynı zamanda insanlık vicdanının sessiz bir muhasebesidir. Hayyam’ın rubaileriyle sorulan sorular, yalnızca zamanın tozlu raflarına değil, bugünün zihinlerine de yöneliktir. Sabbah’ın kaleleri, yalnızca taş duvarlar değil, dogmanın, itaate zorlayan inanç sistemlerinin metaforlarıdır. Kadınların gölgeleri, tarihin satır aralarına sıkışmış ama etkisi derin figürler olarak zihnimizde yer eder.
Maalouf’un bıraktığı bu edebi iz, okuyucuyu geçmişin muhasebesini yapmaya, bugünü yeniden tefekkür etmeye ve istikbali daha bilinçli inşa etmeye davet eder. O kayıp rubai defteri, yalnızca sulara değil, unutuşun koynuna da gömülmüştür. Ama her fikir, her sorgulama, her yeni okumayla birlikte yeniden yüzeye çıkar. Çünkü Semerkant, kayıp zaman masalının içinde gerçeği arayanların kitabıdır.