İntibaiyye (Empresyonist) okulun mihenk taşı Claude Monet, sevgilisi Christine’den ilham alarak onu resmetmesine mukabil, ilham aldığı kişi, bazen kendisine dayanılmaz geliyordu. Christine, ressam sevgilisi Monet’in mustarip ruh hâlini seziyor, “seni seven ben varken, niçin başka şeyi arıyorsun? Beni model yaptın, vücudumu kopyaladın. Neye yarayacak? O kopyalar benim ayarımda mı? (...) Kadavralar gibi katı, soğuk şeyler... Seni seviyorum, seni istiyorum; çünkü ben hayattayım, seni istiyorum. Damarlarında kan yok mu ki, sana hayaller kâfi geliyor. Gel göreceksin bak, yaşamak ne güzel... İstiyor musun?” diyerek, sanatçıyı kendi rüyasından uyandırmaya çalışıyordu. İntiharın eşiğindeki Claude Monet, sevdiğinin işvesine kanıp sanatından saparak, kaderini sevdiğinin cilvesine bırakmıştı. Christine’in işve dolu ifadeleri, Monet’in bir gün daha hayata tutunmasını sağladı. Kör deha, hayata tutunabilmek için dünyada eşi benzeri görülmemiş bir eser icra etmenin ihtirası içinde son anlarını yaşıyordu. Claude, Christineile bu konuşmaları yaptığı bir gece, yatağından kalkıp, Chistine’i resmettiği, yarım kalmış tablonun tam karşısına geçmişti! Christine, o sırada yatağın soğuk kısmını hissettikten sonra kalkıp, kendisinin resmedildiği çalışma odasına gitti; Monet urganı boynuna geçirmiş, cansız gözlerle, yarım bıraktığı eserine bırakıyordu!
Christine, kendisinin resmedildiği tabloya baktı, yumruklarını sımsıkı bir hâle getirdi, kollarını açarak: “Ah Claude, Ah Claude! Seni yine aldı, seni öldürdü, öldürdü, öldürdü orospu!” diye esaslı bir ağıt yaktı.
Monet yoksul büyüdü, ilk karısı Camille otuz iki yaşındayken -1879- öldü. Meşhur ressam, yaşlandıkça tek gözünün görme yetisi kaybolsa dahi eser vermekten vazgeçmedi. Monet çalışırken, daldığı düşlerin tek gerçeklik olduğuna inanmıştı, tıpkı Edgar Poe gibi. Vasiyetiydi, denizin dibine gömülmek.
L. Beethoven
Büyük usta Ludwig van Beethoven’ın de Monet’ninkine benzer bir kusuru vardı, mâlum. 1770 doğumlu sanatkâr, otuz yıl sonra duyma yetisini kaybederken, bu yaşlarda Viyana’da hayli meşhur oldu. Üçüncü Piyano Konçertosu bestesinin taslaklarını bu şehirde yapan usta piyanist, eserinin ilk iki bölümünü hazırlamıştı. Eser, sekteye uğradıktan üç sene sonra ‘premier’i yapılacaktı, fakat ‘solo’ denilen son kısım henüz hazır değildi. Konçertonun 1803’teki premierinde başarılı bir performans sergileyen sağır ustaya sayfa çeviren İgnaz von Seyfried, gösterinin ardından şunları söylemişti: “Boş sayfalarda neredeyse hiçbir şey görmüyordum. Mısır hiyerogliflerine benzeyen, benim için anlaşılmaz olan karalamalar, onu yönlendiren ipuçlarıydı. Solo partinin hemen hemen tamamını hafızadan çaldı. Kağıda dökecek zamanı olmamıştı, o görünmeyen pasajların sonuna geldiğimizde, bana esrarengiz gözlerle baktı, konserden sonra birlikte yemek yerken benim kaygılarımı güçlükle gizleyebildiğim o an, onu çok eğlendirmişti; yürekten gülüyordu!”
Kör deha Monet ve sağır usta Beethoven, kusurları yüzünden buhranlı süreçlerden geçseler de, önlerine çıkan zorlukları sıçrama tahtası bildiler. Demek ki gören göz, duyan kulak, dokunan uzuv yetmezmiş; bir şeye dair herhangi bir eseri ortaya koyabilmek için tüm bunlardan fazlası gerekirmiş.
Atlar rüya görebilen tek hayvandır ve yaralı bir hayvanı taşımak, herhangi bir kişiyi taşımaktan çok daha meşakkatlidir. Bir atın bacağı kırılsa, gerekli tedaviler yapılsa bile hayvanın eski sıhhatine kavuşmasını beklemek saflık olur. Beethoven ve Monet’yi bir bacağı kırılmış bir ata benzetecek olursak, yanlış bir benzetme yapmamış oluruz herhalde. İbda külliyatında geçer: “Sanat ne kadar serbestse o kadar yukarı yükselir sanmak, uçurtmayı havalanmaktan alıkoyan şeyin ip olduğunu sanmaktır.” Yükselmek için dirence mukavemet edecek güçte olmak gerekir.