Batı'yı uzun yıllar boyunca "istikrarlı demokrasi", "yerleşik refah", "kurumsallaşmış hukuk devleti" gibi kavramlarla anlatmayı tercih ettik. Bu kelimeler, zihinlerde güvenli bir dünya imajı oluşturdu; Avrupa'nın ve Amerika'nın şehirlerine baktığımızda, sanki gökyüzü her zaman açık kalacakmış hissi uyandırdı. Oysa bugün, o açık görünen gökyüzünün altında ciddi bir çatlaklar ağı var. Sarsıntı hafif değil ve bu kez tehlike dışarıdan gelmiyor, içeriden büyüyor.
Strateji literatüründe uzun yıllardır çalışan David Betz'in peş peşe yayınladığı iki makale "Civil War Comes to the West I & II" bu çatlakların artık görünmez olmadığını, tam tersine Avrupa ve Amerika'nın "iç savaş eşiğine benzeyen" gerilimlerle karşı karşıya olduğunu anlatıyor. Bu metni kaleme almamın nedeni, Batı'nın tecrübesini Türkiye'ye birebir uyarlamak değil; Batı'nın çözülme noktalarına bakarak, Türkiye'nin medya düzeninin neyi güçlendirmesi, hangi alanlara dikkat etmesi gerektiğini yeniden düşünmek.
Batı toplumlarında en belirgin sorunlardan biri şudur: Kimlikler çoğaldı ama "ortak kimlik" zayıfladı. Kişi kendisini artık bir ülkenin vatandaşı olarak değil, giderek daralan grupların parçası olarak görüyor. Çok kimliklilik, bir zenginlik olduğu kadar, ortak yaşam sözleşmesini de aşındıran bir kırılganlığa dönüşebiliyor. Ve bu kırılgan zemin en çok medya içerikleri üzerinden tetikleniyor.
Bu kırılganlığın bir sonucu olarak, toplumsal güven dibe vuruyor: Güvensizliğin hâkim olduğu bir yerde medyadaki her gerilimli ifade büyük bir toplumsal sarsıntıya dönüşebiliyor. Çünkü bilgi artık sadece irfan değil; duygu, öfke ve kutuplaşma üretme aracı.
Betz'in en çarpıcı tespitlerinden biri, bazı Batı metropollerinin "feral city" modeline yaklaşmakta olduğudur: Devletin sokak hâkimiyetinin zayıfladığı, suç örgütlerinin düzeni belirlediği, altyapı saldırılarının şehir hayatını felç ettiği bir model. Bu kavram kulağa abartılı gelebilir ama Paris banliyölerindeki güvensizlik, San Francisco'nun merkezindeki devlet-dışı alanlar, Brüksel'in bazı bölgelerinde polisin bile zorlanması bize bu modelin sanıldığı kadar uzak olmadığını gösteriyor. Türkiye'nin şehir yapısı, sosyal dokusu ve mahalle kültürü bu modele kolay düşmez; fakat yanlış medya etkisi, o direnci kısa sürede kırabilir.
Betz'in ikinci makalesi, modern çatışmayı şöyle tarif ediyor: "Geleceğin savaşları toplumu önce duygusal olarak çözer, sonra fiziksel olarak kırar." Bugün bir ülkeyi istikrarsızlaştırmak için tanklara değil, enerji altyapısına yapılacak dijital saldırılara, sosyal medyada yayılan öfke kampanyalarına, kimlik gerilimlerini tetikleyen içeriklere veya kültürel çatışmayı ateşleyen söylemlere ihtiyaç var. Bu nedenle medya, artık ulusal güvenliğin görünmez ön cephesidir. Ekran karşısında çözülen toplum, sokakta daha hızlı çözülür.
Türkiye, tarihsel ve coğrafi hafızası nedeniyle kırılganlıkları Batı'dan daha erken fark eden bir ülke. Bu bir zayıflık değil; tam tersine bir avantaj. Bizde aile yapısı hâlâ direnç üretir. Toplumsal dayanışma hâlâ yük taşır. Kültürel bağ hâlâ toplumun sinir uçlarını birbirine bağlar. RTÜK'ün yayıncılık alanındaki rolü de tam burada belirginleşiyor: Sadece denetlemek değil, toplumsal direnci zayıflatabilecek kırılganlıkları daha oluşmadan görmek, ekrana düşen her hikâyenin hangi toplumsal sinire değdiğini fark edebilmek.
Türkiye, Batı'nın düştüğü hatanın aynısını yapmak zorunda değil. O hata şudur: Kültürel üretimin etkisini ölçmeden yıllarca sürdürmek.
Batı'nın bugün yaşadığı kimlik sıkışması, toplumsal güvensizlik, kültürel çözülme ve medya üzerinden tetiklenen gerilimlerin hiçbirinin tek bir sebebi yok ama hepsinin ortak bir zemini var: Tesiri ölçülmeyen, neticeleri hesaplanmayan, toplumsal bedeli öngörülmeyen medya içerikleri.
Bunlar bugün sadece akademinin soruları değil. Bunlar, ülkelerin kader soruları. Bu nedenle ben yıllardır şunu söylüyorum: Dramaların, filmlerin, programların ve hatta kısa süreli yayınların bile toplumsal etki değerlendirmesine ihtiyacı var.
Toplumsal Etki Değerlendirmesi bir lüks değil; yeni dönem medya ekosisteminin zorunlu güvenlik mekanizmasıdır. Çünkü bazı içerikler bir binadan daha hızlı yükselir, daha geniş bir alanı etkiler ve bazen bir şehrin değil bir ülkenin geleceğine dokunur.
Batı'nın bugün ödediği faturanın büyük kısmı, etkisi ölçülmemiş kültürel üretimin birikmiş sonucudur. Türkiye aynı yola girmek zorunda değil. Biz daha güçlü bir toplumsal bağışıklık sistemi kurabiliriz — bunun için ilk adım, medya içeriklerinin sosyal etkisini ciddiyetle ölçecek bir ekosistem oluşturmaktır.
Unutmayalım ki bir ülkenin geleceğini bazen savaşlar belirlemez. Bazen bir sahne, bir cümle, bir karakter belirler. Bu yüzden içeriklerin sosyal izini okumak, artık millî bir zorunluluktur.


