Modern Batı düşüncesi, 20. yüzyıldan itibaren dünyevîleşmeye yönelik büyük oluşunu elde etmek adına, kendi gözünde büyük; fakat hakikat nezdinde küçük bir hamleyle, bütün semavî referanslardan sıyrılmayı hedeflemiştir. Bu zihinsel yönelişin arka planında, ilahî olanı rasyonaliteye feda etme eğilimi yatar. Batı’nın büyük dönüşümü, teolojik merkezli bir dünya tasavvurundan seküler bir uygarlık anlayışına geçişin adıdır.
Bu yönelişin ilk büyük kırılması Rönesans ile başlar. Rönesans, sanat, bilim ve tefekkür alanında büyük uyanış olarak takdim edilse de, özünde aklın mukaddes olanı tahtından indirme teşebbüsüdür. Aklın, vahyin yerine geçme çabasıdır. Rönesans, aklın tanrıya karşı zafer kazandığı bir dönüm noktası olarak görülürken, aslında bütün semavî dinlerin karşısına dikilen bir zihniyetin prototiplerini üretmeye başladığı çağdır. Rönesans, adeta bütün semavî dinlerin deccallarını üretmenin ilk hamlesidir.
Bu hamlenin siyasal ve toplumsal tezahürü ise Fransız Devrimi’nde kendisini teşhir eder. Devrim, sadece aristokrasiye ve mutlak monarşiye değil, aynı zamanda Tanrı adına konuşan kiliseye karşı da bir başkaldırıdır. Laikleşme, yeni dönemin kutsalı haline gelir. Fransız Devrimi, akla tapınmanın resmiyet kazandığı ve kilisenin yerine seküler ideolojilerin ikame edildiği bir çağın kapısını aralar. Bu devrimle birlikte fert, Tanrı’nın kulu değil, yalnızca yurttaş ve üretici bir varlık olarak tanımlanır. İlahî olanla rabıta koparılır, artık rehberlik eden vahiy değil, menfaat ve güç olur. Böylece Batı, hakikatten uzak ama kendince ilerici bir yola koyulur.
Pozitivizmin Yükselişi ve Ruhî Buhran
Batı, akıl kültü (tapınılan akıl) üzerinden bir vuruşta bütün dinleri tepeler, onları semaya sürgün eder ve madde ötesi her tezahürü tahayyül dışına iterek, rasyonalist bir paradigma inşa eder. Kısaca, akıl kültünü kilisenin duvarlarına mıhlar, tanrıyı tahtından indirip yerine insan aklını oturtur. Bu süreçte pozitivizm, kilisenin boşalttığı manevi alana yerleşerek mukaddesatı dışlar, manevi olanı yok sayar. Adeta ilahi olan her şeyi yeryüzünden sürgün eder. Pozitivizm, bir nevi seküler bir kutsallık inşa etme teşebbüsüdür. Batı, pozitivizm uğruna bütün madde ötesi âlemi göğe fırlatır ve nihayetinde aklın zaferini ilan eder. Bu, insanı tanrısal konuma yerleştiren seküler bir putperestlik şeklidir.
Ancak bu zafer, dâhili bir çöküşü de beraberinde getirir. Batı, insanı vicdanî, ruhî iç âleminden uzaklaştırıp mekanikleşmiş, hazcı, hodbin ve nihilist bir hayat tarzıyla huzurlu bir toplum inşa edeceğine inanır. Sanayi Devrimi’yle birlikte insan bir üretim vasıtasına, postmodern çağda ise bir tüketim makinesine dönüşür. Haz odaklı bu yaşam şekli, fertleri sosyal bağlardan koparır, aile kurumunu zayıflatır, yalnızlığı normalleştirir. Dijitalleşmeyle birlikte fert, hipergerçeklik evreninde hakikatten daha da uzaklaşır. Modern reklam endüstrisi, insanı sürekli hazlarla körüklerken, öz benliğinden adım adım uzaklaştırır.
Fakat her geçen gün, Batılı insan huzuru kaybettiğinin farkına varamaz. Hatta zamanla huzursuzluk, norm hâline gelir. Hazcı toplumlar canavarlaşır, ruhsuz, vicdansız ve empati yoksunu fertler ortaya çıkar. Yeni nesiller, değer değil menfaat merkezli düşünmeye koşullandırılır. Canavarlaşan nesil türer, türetir, kalabalıklar içinde yalnız kalan, içsel boşlukla baş başa kalan insanlar çoğalır. Fakat Batı, bir türlü kararından vazgeçip yanlış yolu terk edemez. Çünkü kiliseye dönmeyeceğine bir kere karar vermiştir. Bu kararda haklı sebepler de mevcuttur: Engizisyonun zulmü, karanlık çağın dehşeti, baskılar, açlık ve kıyımlar Batılı halkların hafızasında silinmeyecek izler bırakmıştır. Kilise, onlar için zifiri bir karanlığı temsil eder ve o dehşeti bir daha tecrübe etmemek için dine mesafeli dururlar. Bu travmatik hafıza, Batı’nın dine değil, dinin istismarına karşı duyduğu tepkiden doğmuştur.
Doğu’ya Dönük Arayışlar
Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü, aslında Batı’nın kendi eliyle ürettiği tanrının ölümüydü. Oysa hakiki Tanrı, Batı’nın ne tanımladığı ne de idrak etmeye çalıştığı bir kudrettir. Modern Batı, tanrıyı istismar etmiş, tanrı sandığı İsa’nın ismini de işgallere, sömürüye, haksızlıklara kılıf yapmıştır. Hazcılığın ve seküler demokrasilerin getirdiği tatminsizlik karşısında Batı, çareyi Doğu’nun mistik geleneklerinde aramış, Budizm gibi ahlaki öğretilere yönelmiş, ancak bunları da kendi hazcı kültürüne benzeterek içini boşaltmıştır. Ancak kelin ilacı olsa başına sürer kabilinden, aradığı hakikati ne Doğu’da ne Batı’da bulabilmiştir.
Batılı kafa bir türlü gerçek hakikat olan, fert ve toplumları insan hüviyetinde, insanca hayat sürmenin formülünü elinde bulunduran İslam’ın kapısını çalmaz. Tıpkı Ebu Cehil gibi, hakikati bilir ama teslim olmaz. Bilmek, inanmak değildir. Pozitivizm, insanlık dini oluşturacağım der, tanrının değil insanın ürettiği bir din. Bu, vicdan ve ahlak erdemlerinden soyunmuş teknolojik bir hayatın dinsizlik dinidir. Nihilist, hodbin ve yalnızca kendi için yaşayan insanın hayat felsefesidir bu. Hafta sonu tatilinin hayalini kuran, ruhsuz bir makinenin yaşam şemasıdır.
İslam’ın Teklif Ettiği Medeniyet Tasavvuru
İslam, hazza değil fazilete dayalı bir hayat şekli önerir. Burada mühim olan kavramlar, rubûbiyet (Rab oluşun, terbiye edici ve yönlendirici kudretin idraki) ve ubûdiyet (kul olma bilinci) çerçevesinde mana bulur. Bu kavramlar, insanın varoluş gayesini idrak noktasında mihenk taşıdır. Vacibü’l-vücûd (varlığı zorunlu olan) olan Allah’a kulluk etmek, var oluşun özüdür.
İslam, insanın iç dünyasını ve toplum yapısını erdem üzerine bina eder. Gayesiz, hedefsiz ve değersiz insanları “şerli” olarak niteler. “Ben kimim? Neden varım?” suallerine, ancak İslam’ın ilahî zemini cevap verebilir. Bu sualler, sadece düşünsel değil, aynı zamanda varoluşsal bir çağrıdır.
Gazali, marifetullahın (Allah’ı tanımanın) insanı kemale ulaştıran en yüce bilgi olduğunu söylerken, İbn Haldun, medeniyetlerin doğuşu ve çöküşünü ahlakla temellendirir. Aliya İzzetbegoviç ise “Medeniyet, yalnızca teknolojik ilerleme değil; ahlaki ve ruhsal derinliktir.” diyerek çağımıza ses verir. Bu ses, sadece bilgiye değil, hikmete ve hikmetle yoğrulmuş bir temsil bilincine çağırır bizi.
Batı, individualism (bireycilik) üzerine teşekkül etmiş seküler bir toplum tasavvurunu savunur. Bu anlayış, bireyin özgürlüğünü takdis eder ancak onu manadan ve toplumsal aidiyetten mahrum bırakır. Buna mukabil İslam, ümmet bilinciyle insanın hem Rabbine hem topluma karşı mükellef olduğunu öğretir. İslam, hem iç âlemde hem dış dünyada muvazene kurmaya çalışır. Batı’nın kaos üretici bireyciliğine mukabil İslam, vahdet (birlik) ve meveddet (sevgi) temelli bir cemiyet inşa eder.
Yeni Bir Dil, Yeni Bir Temsil
Peki, biz neredeyiz? Topyekûn Müslümanlar nezdinde bu suallerin muhasebesi yapıldı mı? Varoluş gayemize atfen insanlığa söyleyecek neyimiz var? Ne yazık ki Müslüman, din adına yaratılış gayesini belirleyen o “niçin, neden, nasıl”ı boğmuş, hayatından çıkarmıştır. Bu sualler susturulduğunda, doğan boşluğu Batı’nın seküler düşünce sistemleri hızla doldurmuş, insanlık, mana arayışında yeni bir sahte rehberliğe savrulmuştur. Oysa bu sualler, bir medeniyetin ruhunu taşıyan cevherlerdir. Onlar olmadan ne inanç sahici olur, ne de toplumsal yapı dirayetli kalır.
Biz, “Düşünüyorum, öyleyse varım” değil, “İbadet ediyorum, öyleyse varım” demeliyiz. Çünkü ibadet, sadece kişisel bir teslimiyet değil, aynı zamanda varoluşsal bir mana arayışının, insanı hem kendi içine hem topluma kök salmaya yönelten bir farkındalık hâlidir. Kulluk, sadece kişisel bir ibare değil, medeniyet inşasının da ruhudur. Kul olmak, insan olmaktır; insan olmak ise ilahî misyonla bütünleşmek, hayatı aşkın bir ideal uğruna yeniden inşa etmektir.
Batı’nın kaybettiği insanı biz terk ettik. Onların buhranına ilaç olacak, iç dünyalarını onaracak medeniyet tasavvurunu ya unuttuk ya da temsil edemez hâle geldik. Hâlbuki İslam, yalnızca kişisel değil, adalet, merhamet, muvazene ve mükellefiyet üzerine teşekkül eden bir sosyal nizam önerir. Bu nizamın dili sadece nasihat değil, adaleti tesis eden, haysiyeti muhafaza eden, insanı şerefli kılan bir üsluptur.
Bizim yapmamız gereken, bu eşsiz medeniyet mirasını çağın diline tercüme etmek, onu anlık tepkiler değil, uzun soluklu fikirsel ve toplumsal projelerle yeniden inşa etmektir. Kırmadan, dökmeden, ötekileştirmeden, fakat sahici, hikmetli ve derinlikli bir çağrıyla insanlığa seslenmeliyiz. Ruhsuz teknik çağın ortasında, yeniden ruha hitap eden, vicdanı dirilten, aklı aşkın hakikatle buluşturan bir medeniyet tahayyülünü inşa etme mükellefiyetimiz vardır.
Evet, Batı’nın çıkmazı aşılabilir. Ancak bu, insanı merkeze alan, değer odaklı ve anlamlı bir medeniyet telakkisiyle mümkündür. Bu medeniyetin adı İslam’dır. Bizlere düşen vazife, bu hakikati yalnızca dile getirmek değil, onu yaşayarak, temsil ederek ve yaşatacak kurumları, insanları, fikirleri yeşerterek teşhir etmektir. Hakikatin dili kadar, o dili taşıyacak yürekler inşa etmek mecburiyetindeyiz.