Paris’te (hayali bir sokak olan) Rue Morgue’da korkunç bir çift cinayet işlenmiştir. Birkaç şahit tuhaf ses duyduklarını doğrular fakat tanıklardan hiçbiri hangi lisanı işittiği hususunda emin bir görüş paylaşmaz. Her biri diğerinden daha kafa karıştırıcı olan ipuçları etrafta dolanır. Polis çaresizdir. Ancak bir şövalye ve nadir kitap meraklısı olan Auguste Dupin, gazetede çıkan teferruatları okuyarak esrarı evinde çözer; böylece edebiyatın ilk gerçek dedektif karakteri ortaya çıkar. Dupin, iki hikâyede daha ortaya çıkar: “Marie Roget’in Sırrı” (1842–1843) ve “Çalınan Mektup” (1844).
Dedektif hikâyesi, karmaşık insan ruhunun ve kaotik dünyanın arasına serpiştirilmiş ipuçlarını dikkatle örerek, okuyucunun hem zekâsını hem de merakını sınayan entelektüel bir maceradır. Münekkid Peter Thoms bunu açar; dedektif hikâyesi, “bir açıklama ve çözüm arayışını kronikleştirir” der; ayrıca, “bu tür kurmaca genellikle bir tür bulmaca ya da oyun gibi gelişir, hem dedektif hem de okur için bir oyun ve zevk alanıdır.”
Zengin Dupin bir koltuk dedektifidir; bulmacaları yalnızca çözebildiği için çözer. Bunu da “ratiocination” denen bir yöntemle yapar; yani “mantıkî muhakeme.” Dupin, hâdiseleri ve ipuçlarını sade gözlem ve mantıkla analiz eder, son derece rasyoneldir.
İyi ki öyledir, yoksa bu cinayetler çözülemezdi; çünkü suç, insan aklının kolayca tahmin edemeyeceği şekilde vukû bulmuştur. Dupin’in ipuçlarına değişik mânâlar yükleme meziyeti, onu sıradışı biri yapar. Mesela “Morgue Sokağı Cinayetleri”nde, yalnızca olay sırasında söylenen iki kelime sayesinde kafasında parlak bir fikir belirir: “mon Dieu!” (“Tanrım!”). “İşte bu iki kelime üzerine… bilmecenin tam çözümüne dair umutlarımı inşa ettim,” der Dupin. Hikâyeyi okumayanlar için suç mahallindeki bulgulardan bahsetmeyeceğiz.
Onun müşahede gücüne dair hikâyeden bir kısım:
“Gerçek her zaman bir kuyunun dibinde değildir. Daha önemli bilgi alanlarına bakıyorum da, onun hep yüzeyde olduğuna inanıyorum. Biz onu vadilerin derinliklerinde ararız, o ise dağların tepesindedir. (…) Yersiz bir derinlik düşünceyi karıştırır, zayıflatır; bir noktaya toplanmış, devamlı, dümdüz bir dikkatle bakarsanız çobanyıldızı bile gökyüzünden silinip, yok olabilir.”
Yıllar sonra Arthur Conan Doyle şöyle yazdı:
“Poe’nun her bir dedektif hikâyesi, koca bir edebiyatın köklerinden biridir… Poe, dedektif hikâyesine hayat nefesini üfleyene kadar böyle bir şey var mıydı?”
Nitekim Doyle, icat ettiği dedektifi Sherlock Holmes’u Dupin’in entelektüel bir torunu olarak kurguladı. Holmes’un dostu Watson, Dupin’in anlatıcı/dost rolünün mirasçısı olarak karşımıza çıkar:
“Bana Edgar Allan Poe’nun Dupin’ini hatırlatıyorsunuz… Hikâyelerin dışında böyle kişilerin gerçekten var olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu.”
Holmes bu iltifata küçümseyerek cevap verir:
“Beni Dupin’le karşılaştırarak bana iltifat ettiğinizi sanıyorsunuz, şüphesiz. Oysa bana göre Dupin bayağı biriydi. Düşüncelerini çeyrek saatlik sessizliğin ardından tam yerinde bir yorumla bölmesi, gösterişli ve yüzeysel bir numaradan başka bir şey değildi. Bir miktar analitik dehası vardı, kuşkusuz; fakat Poe’nun hayal ettiği kadar olağanüstü biri asla değildi.”
Acaba Dupin olmasa, Holmes diye bir kahraman doğabilir miydi?


