Bu bölgede hayata tutunma bakımından insana üstünler! Atik ve çevikler… Günün en sıcak saatinde, yeraltından çıkıp diğer leşleri inlerine götürüp orada besleniyorlar. Altı ayaklılar; her adımda bir ayak sadece yedi mili saniyeliğine kavruk yerle temas ediyor. Bu muntazamlık sayesinde çöl ortasında yalnızca on dakika hayatta kalmalarını sağlıyor. Şayet işlerini bu süre zarfında halledemezlerse ölüyorlar.
Salih Mirzabeyoğlu’nun Yaşamayı Deneme isimli romanında savaşan karıncalar vardı. Şöyle diyordu İbda Mimarı: “Karıncaların savaşından bana kalan ders, başı koptuğu hâlde ısırdığı yeri bırakmayan karıncaların hâli”…
Âb-ı âteşpâre…
Ferid Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Lûgat’ını temin ettiğimde, önsözünü okuduktan sonra sözlüğe göz atarken önüme çıkan birkaç kelimenin mânâsı:
Âb: Su. Âb-ı âteşîn (ateşli su), Âb-ı âteş-pâre (ateş parçası gibi su), âb-ı bârân (yağan su, yağmur, yağmur suyu) (Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat)
Âb-ı mürgan ise kuşların içtiği su imiş. Fergeng-i Ziyâ’ya göre, Şira civârında bir gezinti yeriymiş burası… Halk Recep ayında her Salı oraya gidermiş. Semirem kasabasında bir pınarmış. Bir yere çekirge musallat olduğu zaman, o pınardan bir şişe içine biraz su alarak çekirgelerin bulunduğu yere götürürler, yolda sığırcık kuşları şişeyi götüren kişinin ardına düşer ve çekirgelerin üşüştükleri yere gelince sığırcık kuşları, çekirgelerin hepsini telef ederlermiş.
Âb-ı bârân da yağmur suyu, yağan su demekmiş. Haftalık olarak 783 sayı aralıksız yayınlanan dergimizin adıbereketli oldu. Baran da bir mânâsıyla bereket zaten… Yeni dönemde Aylık Baran ile bereketi katlanması dileğiyle.
Yağmurcu…
Yağmurcu eserinin sahibi Salih Mirzabeyoğlu, 29 Kasım 2014’te Haliç Kongre Merkezi’nde tertiplenen Adalet Mutlak’a isimli konferansta “Şimdi ben burada şu bardağa şöyle yapıyorum, kaldırıyorum. Bu bir keramet. Aynı şeyi burada İslâm dışı biri yapıyor. Peki buna ‘keramet’ diyorsun, buna niye ‘istidraç’ diyorsun, yâni ‘sahte keramet’ diyorsun? Şimdi mevzu şundan ibarettir; kerametin sonraya verecek cevabı vardır, sonrası olan bir şeydir. Bu kendi kendinde biten bir şeydir.” demişti.
Yağmurcu’dan bir vakıa
Carl Gustav Jung uzun süre Çin’de yaşamış bir arkadaşından bir hâdiseyi naklediyor. Yağmurcu’yu okuyanlar hatırladı da… Biz yine de bu bahsi kısaltarak vermek istedik: Çin’in Kiautschau bölgesinde bir kuraklık oluyor. Katolikler ve protestonlar yağmur duası yapıyor. Budistler kutsal ateş yakıyor, bir türlü muvaffak olamıyorlar. Havadan âb-ı âteşpârenin zerresi bile düşmüyor. Başka bir bölgeden bir “yağmurcu” getirtmeye karar veriyorlar. Ahali yağmurcuya ne istediğini soruyor. Yağmurcu, “şehir dışında küçük bir ev ve rahatsız edilmemek” istiyor. Dördüncü günün sabahı lapa lapa kar yağıyor. Kar, en iyimser umutları bile aşan bir olay, halk coşkuyla sokaklara iniyor ve bağırıyorlar, “yağmurcunun işi bu!” Kendisine bunu nasıl başardığı sorulunca, “Ben Schantung’dan geliyorum; orada yağmur düzenli yağar, her şey düzenlidir, bu sebeple ben de düzen içindeydim. Kuraklığın hüküm sürdüğü Kiautschau’ya geldim, burada her şey düzensizdi benim de düzenim bozuldu. Bu sebeple, sakin kalabileceğim ve derin düşünceye dalabileceğim bir ev istedim. (…) Düzen kurulunca da yağmur yağmaya başladı…” cevabını verdi.
Çöl ortasında susayanlara âb-ı âteşpâredir Büyük Doğu-İbda. Fikrî ve kültürel açlığımızı gidermek için Sahra çölündeki gümüş karıncalardan ilham alabiliriz; öyle ya, memlekette hava şartları da güzel.
Aylık Baran Dergisi 3. Sayı
Haziran 2022