İsrail, uluslararası hukuku o kadar geniş yorumladı ki, onu tamamen işlevsiz hale getirdi. Bu hukuksuzluk anlayışı Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Francesca Albanese’nin deyimiyle “insani kamuflaj”a dönüştürerek soykırımı mümkün kıldı.
Son haftalarda, İsrail “Gazze İnsani Vakfı” adını verdiği bir yapı kurarak, Filistinlilerin sistematik olarak yerinden edilmesini yardım dağıtımı kılıfıyla gerçekleştirmeye başladı. Bu süreçte yüzlerce aç sivil keyfi şekilde öldürüldü. Batı Şeria’da ise, Filistin topraklarını yasa dışı şekilde ilhak etmeye çalışarak, toprak edinme yasağını açıkça hiçe saydı.
Lübnan’da ise, dünyanın en sofistike ayrım gözetmeyen saldırılarından birini gerçekleştirdi; ülke genelinde patlayıcı içeren çağrı cihazları dağıtarak, kimin elinde olduğunu teyit etmeden patlattı. Bu saldırılar, sadece Hizbullah’la bağlantısı olan insanları hedef almadı.
İran’da, defalarca hukuka aykırı saldırılar düzenledi; bunlar meşru müdafaa ilkesiyle açıklanamayacak nitelikteydi. İsrail, Suriye’de diplomatik tesislere saldırdı ve İran vatandaşlarını öldürdü. Ayrıca, Hermon Dağı’nda bir tampon bölgeyi hukuka aykırı şekilde işgal ederek güç kullanım yasağını ihlal etti. Son olarak, açık denizlerde, açlık çeken Filistinlilere insani yardım götürmeye çalışan Madleen gemisinin mürettebatını keyfi şekilde alıkoydu.
Bu hukuk dışı saldırılar zinciri boyunca, uluslararası hukuk hiçbir şey yapamayacak kadar etkisiz göründü. İsrail, Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) aldığı geçici tedbir kararlarını açıkça, isteyerek ve kolayca ihlal etti.
Binyamin Netanyahu ve Yoav Gallant, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) haklarında çıkardığı tutuklama kararlarına rağmen hâlâ tutuklanmadı; hatta birçok Batılı müttefik bu kararlara uymayacaklarını beyan etti. Dahası, yalnızca iki gün önce Londra Yüksek Mahkemesi, İngiltere’nin İsrail’e F-35 parçaları ihracatına devam edebileceğine hükmetti.
Sürekli yürüyüşler, yorulmadan yapılan protestolar, İsrail askerlerinin hesap vermesi için yürütülen küresel kampanyalara rağmen, uluslararası hukuk günümüzde yalnızca kelimelerden ibaret gibi duruyor.
Yine de bu şaşırtıcı değil. Audre Lorde’un dediği gibi: “Efendinin aletleri, efendinin evini yıkamaz.” Uluslararası hukuk, tarihsel olarak sömürgeciliği ve emperyalizmi engellemekten ziyade meşrulaştırmak için kullanılmıştır. 16. yüzyılda İspanyol ilahiyatçılar, Amerika kıtasının fethini hukuken meşrulaştırmak için argümanlar ortaya attılar. 19. yüzyılda ise Avrupa devletleri Berlin’de toplanarak Afrika’nın paylaşımını mümkün kılacak uluslararası hukuk ilkelerini oluşturdu.
21. yüzyılda da değişen pek bir şey olmadı. Amerika Birleşik Devletleri, Irak’ı işgal etme hakkı olduğunu savunmak için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını kendi lehine kullandı. O günden sonra da, başka ülkelere saldırıları “yasal” gösterebilmek adına BM kurallarını esneten yorumlar yapmaya devam etti.
İşte uluslararası hukukun gerçek kökeni burada yatıyor: Francisco de Vitoria’dan Berlin Konferansı’na, John Yoo’dan Natasha Hausdorff’a kadar sayısız hukukçunun sömürgeciliği ve emperyalizmi meşrulaştırmak için başvurduğu bir araç. Bu miras, “kurallara dayalı düzen”in neredeyse lanetli bir kelimeye dönüşmesine neden oldu.
Bugün içinde bulunduğumuz tarihsel anı tanımak önemlidir. Avrupa Rönesansı ve Aydınlanması'nın ırk temelli değerleri üzerine kurulu Batı modernitesinin yükselişi ve bununla doğan uluslararası hukuk, sadece dayatmalarla değil, bu dayatmalara karşı verilen direnişle de şekillenmiştir.
1780’deki Tupac Amaru Devrimi, 1791’deki Haiti Devrimi, 1835’teki Malê Ayaklanması, 1857’deki Hindistan İsyanı; tüm bu olaylar, uluslararası hukukun yeni bir şekilde okunabilmesini mümkün kılacak koşulları hazırladı — sömürgecilik merkezli değil, ona karşı direniş merkezli bir paralel silsile: Emperyalizmin değil, kendi kaderini tayin hakkının ve ulusal kurtuluşun merkezde olduğu bir anlayış. Tüm bunlar, 1960’lardaki sömürgecilikten kurtuluş hareketiyle ana akıma taşındı.
İşte bu hareket, dünyaya sömürgeciliği yasaklayan ve kendi kaderini tayin hakkını tanıyan bir uluslararası hukuk kazandırdı. Sömürgeleştirilen halklara, tüm meşru yollarla — silahlı mücadele dahil — direnme hakkı verdi. Doğal kaynaklar üzerinde kalıcı egemenlik ilkesi, 200 millik münhasır ekonomik bölge hakkı ve müdahale yasağı gibi kavramları geliştirdi.
Bu uluslararası hukuk anlayışı oldukça yeni. 500 yıllık bir tarihte yalnızca 60 yıllık bir geçmişe sahip. Henüz gelişme aşamasında, kırılgan. Ve uğruna mücadele edilen bu anlayışın bedeli, milyonlarca sömürgeleştirilmiş insanın — en son olarak da Filistinlilerin — kanı ve yanmış bedenleriyle ödeniyor. Çünkü eski rejimin sancaktarları hâlâ bu anlayışı bırakmak istemiyor.
Bu yeni uluslararası hukuk henüz bir soykırımı durdurabilecek kadar güçlü değil. Ve onu şekillendirmek bizim elimizde.
Yürüyüşlerde bedenimizle ona güç veriyoruz. İsrail’in eylemlerine “soykırım” dediğimizde ona anlam kazandırıyoruz. Oylarımızla onu sağlamlaştırıyoruz — tıpkı yakın zamanda New Yorkluların yaptığı gibi. Her ne kadar görünürde öyle durmasa da, uluslararası hukukun eski anlayışı Küresel Çoğunluğun zihninde siliniyor.
Sömürge sonrası dünya geri itmeye başladıkça, yeni bir anlayış doğuyor. Geleceğin ne getireceği bizim elimizde.
***
Yazının müellifi Alonso Gurmendi, insan hakları ve siyaset uzmanıdır.