T. S. Eliot, 1930’da önceki şiirlerinden tamamen farklı olan Kül Çarşambası/Ash Wednesday’i yazdıktan 11 sene sonra Burnt Norton’ı (1935) neşretti. Çorak Ülke ve Kül Çarşambası’nda kendi sanatının hududuna ulaştığını düşündüğümüz şair, bir tanrıça atının altın yelesinden tutuyor ve sanatının hür köküyle âlemleri dolaşmaya başlıyor. Burnt Norton şiirinde, nesnel bağlılaşım (objective correlative) ve monolog usulüyle ustaca oynayan Eliot, “zaman”ın mistik kusursuzluğuna çatıyor… Fâni olmaktan utanmak şöyle dursun, bir de “obje”lere can veriyor esrik ve mestinaz kelimelerle... İçimdeki zorbaya sulh arıyorum onun tahakküm edici şüpheci adaletinin huzmesinde. Sonra “Git, git, git” dedi Ardıçkuşu, “İnsanoğlu kaldıramaz fazla gerçeği” iyi de onu arayan kim?
“Kemanın sükûneti değil notalar sürerken
Hepsi hepsi bu değil, birlikte varoluş daha ziyade,
Ya da diyelim ki başlangıçtan önce gelir son,
Ve son da başlangıç da hep ordaydılar.
Başlangıçtan evvel de bitişten sonra da.
Ve hepsi her daim şimdi. Kelimeler gelir
Çatlar ve kopar bazen yükün altında,
Gerilim altında sürçüp kayıp yok olup gider
Çürür çürür de belirsizlikten yerlerinde duramaz,
Kalamazlar sükûnet içre.”
Burnt Norton, Dört Kuartet’in ilk ayağıdır. Eliot, Dört Kuartet için “En sevdiğim şiirim” diyor. Dört Kuartet, sırasıyla; Burnt Norton, East Coker, The Dry Salvages, Little Gidding. Yine bu dörtlemeye binaen, “Burnt Norton: Hava; yaz başı, East Coker: Toprak; yaz sonu, The Drt Salvages: Su, sonbahar, Little Gidding: Ateş; kış” ifâdelerini kullanıyor.
Eliot, Stephen Spender’e gönderdiği bir mektupta şu temennide bulunuyor:
“Gramofonda A minör dörtlüsü var; usanmaz biçimde onunla çalışıyorum. Beethoven’ın bu son dönem eserlerinde, muazzam ıstıraplardan sonra insana bahşedilen sulh ve tesellinin semeresi olarak hayal edilebilecek bir nevi semavî coşkunluktan çok daha fazlası var. Keşke ölmeden önce ben de benzer bir hali şiirime katabilsem…”
Büyük şaire gönül vermiş Cem Yavuz’un ulaştığı bilgilere göre, bazı araştırmacılar kuartetin dış katmanını oluşturan birinci ve beşinci parçalarla iç katman sayılan diğer parçaların, tekrarlı ve değiştirmeceli yapılarından ötürü, büyük Macar kompozitör Belâ Bartok’un 2.-6. yaylı çalgılar dörtlüleriyle benzerlik arz ettiğini söylemiş.
Kandinsky nasıl ki musiki ile resmi birleştirip farklı bir formda sunduysa, Eliot da Dört Kuartet’de şiir ile musikiyi birleştirmiştir.
Burnt Norton’dan konuşmaya devam edelim… Şiir, ismini Harrowby Kontu’nun büyük oğlu Vikont Sandon’ın şatosundan almış. Eliot, 1934’te Campden’da tatil yaparken ziyaret etmiş burayı, hislerini şöyle paylaşmış:
“Yangında harabeye dönen eski bir malikânenin yerine inşa edilmiş üçüncü sınıf bir yapı. Boş bir günümde dolaşırken rast geldi. Sanıyorum, müştemilatta (ana binaya ilave yapılan bölüm) yaşayan biri vardı ama bahçede öyle başıboş dolaştım ki, bu durum bende şatonun terk edilmiş olduğu izlenimini uyandırdı.”
Çoğu şiirinde olduğu gibi, Burnt Norton’da da Dante’ye nazire yapmış Eliot. Heraklitos’a da bir atıfta bulunurken, Çorak Ülke’ye de selâm göndermiş.
I
Hem şimdi hem geçmiş
Gelecekte sürüyor belki de,
Ve gelecek de geçmişin içinde.
Ebediyen mevcutsa cümle zaman
Hiçbiri döndürülemez
Bir soyutlamadır “olabilirdi” denen
Sadece bir varsayım âleminde
Süreğen bir ihtimal ihtimal olarak kalan.
“Olabilirdi” ve “olmuş” denen şey
Tek bir sona çıkar, her dem var olan.
Yankılanıyor ayak sesleri hafızada
Bize hiç gül bahçesi sunmamış kapısına
Uğramadığımız o dehliz boyunca.
Yankılanıyor böylece
Sözlerim, zihninde
Ama ne diye
Rahatını kaçırmalı ki bir kâse gül yaprağı üzerindeki tozun
Bilmiyorum.
Başka yankılar da
Yurttaş edinmiş bahçeyi. Peşine düşsek mi?
Hadi, dedi kuş, bul onları, bul onları,
Hemen şuracıkta. Geçerek ilk kapıdan,
İlk âlemimize, izlesek mi kapılıp
Ardıçkuşunun hilesine? İlk âlemimize.
Oradaydılar işte, vakur, görünmez,
Basmadan geçip gidiyorlardı, solmuş yaprakların üzerinden,
Sonbahar sıcağında, titreşen hava boyunca,
Öttü sonra, yanıtladı kuş
Fundalıkta gizlenen o duyulmamış müziği,
Ve parıldadı geçti o gaip bakış, duruyordu çünkü
Bakılmış çiçeklerin görüntüsü güllerde.
Ordaydılar işte, makbul ve kabul eden konuklarımız bizim.
İlerledik böylece, onlar da yanımızda, merasim düzeninde,
Tenha patikadan şimşir meydana doğru,
Suyu çekilmiş havuza bakmak üzere,
Havuz kuru, beton kuru, kararmış kenarları,
Yine de doluydu ama günışığından suyla,
Ve usul usul yükseliyordu nilüfer çiçeği
Kor ışıkla balkıyordu yüzey,
Ve arkamızda onlar, aksetmişlerdi havuza.
Bir bulut geçti sonra ve boşalıverdi havuz.
Git, dedi kuş, değil mi ki dopdolu yapraklar,
O coşkuyla saklanmış, kahkahaları patladı patlayacak çocuklarla.
Git, git, git dedi kuş: İnsanoğlu
Kaldıramaz fazla gerçeği.
Geçmiş zaman, gelecek zaman
“Olabilirdi” ve “olmuş” denen şey
Tek bir sonuca çıkar, her dem var olan.
II
Balçığın içindeki sarımsak ve safir
Yapışıyor gömülmüş dingile.
Çağıldıyor kanda titreyen teller
Çoktan unutulmuş savaşları yatıştıran
Müzmin yara izlerinin altında.
Atardamar boyunca süren dans
Ve lenf dolaşımı
Ağaçtaki yaza doğru tırmanan
O yıldız akışında gösterir kendini
Deviniyoruz devinen ağacın üstünde
Biçime yürünmüş yaprağın üzerindeki ışıkta
Ve aşağıda, vıcık vıcık zeminde
Duyuyoruz mastifle yabandomuzunun
Eski düzeni sürdürdüğünü
Ama artık uzlaşmışlar yıldızlar arasında.
Asude noktasında dönen dünyanın. Ne cismani ne ruhani;
Ne bir yer’den’ ne bir yer’e’; o dingin noktada, orda işte dans,
Ne durgu var ama ne devinim. Ve sebat da denemez
Geçmişle geleceğin kavuştuğu bu noktaya. Ne de hareket bir yerden veya bir yere,
Ne yükseliş ne batış. Olmasa o nokta, o dingin nokta,
Dans mans olmazdı asla, sadece dans var oysa.
Desem desem ordaydık diyebilirim: Ama söyleyemem orası neresi.
Ve diyemem de, şu kadar sürdü, zira ona bir zaman biçmek olur bu.
Ruhun özgür kalışı pratik arzulardan,
Eylem ve ıstıraptan azat oluş, kurtuluş dahili
Ve harici mecburiyetlerden, sarmalanmış da olsa
Sezgi lütfuyla, beyaz bir ışık dingin ve devingen,
Kımıltısız Erheburg, yoğaltmadan
Yoğunlaşma, hem bu yeni dünya
Hem de eskisi izhar edip kavradılar
Yarım yamalak esrimeleri içinde,
Yarım yamalak dehşetin çözünmüşlüğünü
Gene de, dönüşen bedenin zaaflarıyla örülmüş
Geçmiş ve gelecek zinciri,
Koruyor insanoğlunu cennetten ve tenin
Katlanamayacağı cehennem azabından.
Geçmiş de gelecek de
Öyle az izin veriyor ki idrake.
Zamanla mukayyet olmak değil şuur sahibi olmak
Ama gül bahçesindeki o an,
Yağmurun çardağı dövdüğü o an,
Sise gömülmüş esintili kilisedeki o dem
Zaman ile hatırlanabilir ancak; geçmişle geleceğin hemhal olduğu.
Ve yalnız zaman sayesinde zapt edilir zaman.
III
Bir yabancılaşma yeri burası
Evvel zaman ahir zaman
Bir loşlukta: ne günışığı bu
Kalıcılık hissi veren aheste dönüşüyle
Gölgeyi geçici güzelliğe çevirerek
Berrak bir sükûnetle biçimi kuşatan,
Ne de mahrumiyetle giderip şehevi olanı
Muhabbeti geçici olandan kurtararak
Ruhu arındıracak karanlık.
Ne doluluk ne boşluk. Bir titrek ışık sadece
Zamanla dolup taşmış gergin
Avuntudan avuntuya avunup duran
Hülyalarla dolu anlam yoksunu çehreler üzerinde
Hiçbir şeye odaklanmayan mutantan kayıtsızlık
Evvel ve ahir zamanda esip duran
Buz gibi rüzgârın savurduğu insanlar ve kağıt parçaları yalnız,
Hastalıklı ciğerlere dolup boşalan rüzgâr
Evvel zaman ahir zaman.
Yoz ruhların kusuluşu
Ölgün havaya, o uyumuş ruhların
Lodra’nın Hampstead’le Clerkenwell’in Campden’la Putney’nin,
Highgate, Primrose ve Ludgate’in kasvetli tepelerini süpürüp geçenn
Rüzgârın önüne katıp sürüklediği. Burada değil
Burada, bu cıvıl cıvıl öten dünyada değil karanlık.
İn daha aşağıya, in had in
Ebedi ıssızlık diyarına,
Dünyanın dünya değil, gayridünya olduğu o diyara,
Deruni karanlık, mahrumiyet
Olanca mal ile mülkün elden gidişi,
Ve çöle dönüşü duyu âleminin,
Hayal âleminin boşalması,
İşlemez oluşu manevi âlemin;
Yolun biri bu, diğeri de
Aynısı, eylemekte değil
Eylemekten sakınmakta; dünya devinirken
İştahla, geçmişle geleceğin
Metalik yollarında.
IV
Günü defnettiler zaman ile çan,
Sürüklüyor güneşi o kara bulut.
Günebakan çevirir mi yüzünü bize, bahar sarmaşığı
Salınıp da aşağıya eğilir mi bize doğru; filizleri sürgünleri
Yapışıp kavrar mı sımsıkı?
Tiril tiril
Parmakları porsuk ağacının kıvrılıp
Sarkar mı üstümüze? Yalıçapkınının kanadı
Işığa ışıkla cevap verip sustuktan sonra da, ışık gene
O asude noktasında dönen dünyanın.
V
Yalnızca zaman içinde kımıldar kelimeler
Devinir müzik; ama sadece yaşamakta olan
Anca ölebilir. Söz, dile geldi mi bir kere, gitgide
Erişir sessizliğe. Yalnızca biçimle, motifle
Kelimeler veya müzik kavuşabilir
Dinginliğe, kendi dinginliği içinde
Kıpırdayıp duran bir Çin vazosu gibi.
Kemanın sükûneti değil notalar sürerken
Hepsi hepsi bu değil, birlikte varoluş daha ziyade,
Ya da diyelim ki başlangıçtan önce gelir son,
Ve son da başlangıç da hep ordaydılar.
Başlangıçtan evvel de bitişten sonra da.
Ve hepsi her daim şimdi. Kelimeler gelir
Çatlar ve kopar bazen yükün altında,
Gerilim altında sürçüp kayıp yok olup gider
Çürür çürür de belirsizlikten yerlerinde duramaz,
Kalamazlar sükûnet içre. Bağrış çağrış
Azarlayan, dalga geçen ya da yalnızca laklak eden sesler,
Boyuna hücum eder onlara. Çöldeki Kelama en çok,
Şeytanın iğva dolu sesleri musallat olmuştur,
Cenaze dansına ağlayan gölge,
Canhıraş ağıdı bağrıyanık Kimera’nın.
Harekettir desenin ayrıntısı,
On basamak tasvirinde olduğu gibi.
Arzu bizzat, harekettir
Özünde arzu edilir olmasa da;
Bizzat sabit olan aşk,
Olsa olsa sebebi ve sonucudur hareketin,
Zamanüstü ve arzu duymayan,
Zaman bakımından yalnızca
Olmayış’la Oluş arasında
Biçim sınırlarına hapsolmuş.
Birdenbire bir demet günışığında
Hatta tozlar oynaşırken bile
Yükseliyor yapraklar arasından
Çocukların gizli kahkahaları işte
Hadi şimdi, burda, şimdi, daima-
Saçma, o heba edilmiş acınası zaman
Evvelle ahire yayılıp uzanan.
(Şiirin mütercimi Cem Yavuz’dur.)