“Aksa Tufanı” operasyonuna satıhtan bakıldığında belki askerî harekât “Gazi Gazze” kadar küçük; fakat meydana getirdiği dünya çapındaki tesir itibariyle müthiş, muazzam bir fikir aksiyonudur.
7 Ekim 2023 tarihinde, Hamas’ın silahlı kanadı İzzettin El Kassam tugayı tarafından, zaman içinde kitaplara, sinema filmlerine konu olacak kadar müthiş, destansı bir huruç hareketi gerçekleştirildi. Müthiş kelimesi bildiğiniz gibi Arabca kökenli, “dehşet veren” anlamında. Gazze’den işgâlcilere yönelik yapılan bu taarruz hem Siyonist işgâlciler ve hem de onların destekçisi bölge ülkelerinin iktidarları ile Batılılar için dehşet verici oldu. Burada bir yanlış anlaşılmaya açık kapı bırakmamak adına hemen ilâve edelim, yapılan askerî harekât tek başına onlar için dehşet verici olmaya zaten yeter de, bu harekâtın arkasındaki istihbarat çalışması, hazırlık, zamanlama, hedefler ve elde edilen kazancın büyüklüğü Batı âlemi için gerçekten müthiş ve tamiri mümkün olmayan etkiler doğurdu.
Projeler, Normalleşme ve İttifaklar
Takvim yapraklarını şöyle hızlı şekilde biraz geriye doğru sarıp, bugün geçmişten bakacak olursak, bir süredir Anglosakson-Siyonist ittifakının bölgeyi düzenlemek için sürekli yeni girişimlerde bulunduğu, yeni projeler geliştirdiği, yeni ittifaklar kurmaya çalıştığı bir süreçten geçtiğimizi ve bugüne geldiğimizi görebiliriz. Bu sürecin başlangıcı olarak da, Amerika’nın nihayetinde başarısızlıkla neticelenen Irak işgâlinden sonra bölgeden kaçmak üzere askerlerini çekmeye karar verdiği 2008’i milat kabul edebiliriz.
Amerika, bir süredir gücünü pasifikte yükselen güç Çin’e odaklamak ve buna karşılık Ortadoğu’nun yükünü bölgedeki müttefikleri üzerine yıkmak istiyordu. Siyonistler ise bölgede kendilerinin güdümüne girmiş bölük pörçük iktidarlar üzerinden “Vaad Edilen Topraklar” üzerinde hâkimiyet tesis etmek arzusundaydı. 2008 dedik ama onun biraz daha evveline, 2004’te tezgâhlanan Büyük Ortadoğu Projesine kadar geri gidersek daha yerinde olur. Sırasıyla bizim bildiklerimiz: Büyük Ortadoğu Projesi, Akdeniz Birliği, Arab Baharı ve son olarak İbrahim Anlaşmaları (Siyonistlerle Arab rejimleri arasında normalleşme anlaşmaları). Bu projelerin hepsi iki müşterek paydada buluşuyordu. İlki bölgede Amerika adına hâkim olacak “Müslüman” mahalli bir güç peydahlamak, ikincisiyse bu güç vesilesiyle hem bölgeyi hâkimiyet altında tutmak ve hem de Siyonist Devlet’in amacına uygun şekilde bölgeyi tertip edip, aynı zamanda İsrail’in güvenliğini sağlamaktı. Bugüne dek uygulamaya konan bütün bu taktikleri başarısızlıkla neticelense de stratejilerini muhafaza edip, her seferinde aynı gayeye matuf yeni bir proje geliştirerek piyasaya sürmesini bildiler.
Aylık Baran Dergisi’nden önce yayımlanan Aylık ve Baran Dergilerinde, bu projeler önce tezgahlanıp ardından tatbik edilip sonunda da bir bir akamete uğrarken hepsini geniş geniş işlediğimizden uzun uzadıya anlatmaya lüzum görmüyoruz. Yalnız bu projelerden sonuncusu olan, İsrail ile Müslüman ülkelerinin yabancı/yabancılaşmış iktidarları arasındaki “normalleşme anlaşmaları” üzerinde durmak niyetindeyiz.
2017 senesinde bu anlaşmalar Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Suudî Arabistan ziyaretiyle beraber başladı. Kudüs’ün Amerika Birleşik Devletleri tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması, 2019 senesinde Amerika’nın Siyonist devletin işgâl altında tuttuğu Suriye’nin Golan Tepeleri üzerindeki hâkimiyetini tanıması, 2020 senesinde İsrail ile Birleşik Arab Emirlikleri ve Bahreyn arasında imzalanan Abraham Anlaşması ve yine aynı sene Fas ve Sudan ile yapılan normalleşme anlaşmaları, 2022 senesinde Mısır bir normalleşme anlaşmasına gitmediyse de Doğu Akdeniz’den çıkan doğal gazın Avrupa’ya sevkiyatı noktasında İsrail ve Avrupa Birliği ile anlaşmasıyla devam etmişti. 2023 senesinin Ağustos ayı itibariyleyse İsrail ile Suudî Arabistan arasındaki normalleşme anlaşmasının müzakerelerinin tamamlandığı ve imzalanmasının an meselesi olduğu konuşulmaktaydı… Bu arada Abraham Anlaşmasıyla yalnız bir normalleşme süreci işletilmiyor aynı zamanda Siyonist Devlet ile muhtelif Müslüman ülkelerin iktidarlarıyla ittifaklar da tesis ediliyordu. 2023 senesinde Türkiye de siyasetsizliği dolayısıyla bir o bir bu tarafa şuursuz salınımında Siyonistlerle Arablar arasındaki normalleşme sürecine dâhil olmak üzere harekete geçmiş ve Mısır üzerinden Avrupa’ya taşınması ekonomik olmayan gazın sevki için Anadolu rotasını teklif etmiş ve İsrail ile münasebetlerini buna göre revize etmişti.
Hamas’ın “Aksa Tufanı” operasyonu işte tam böyle bir konjonktürde gerçekleşti.
Stratejik Kazanımlar
“Aksa Tufanı” operasyonuna satıhtan bakıldığında belki askerî harekât “Gazi Gazze” kadar küçük; fakat meydana getirdiği dünya çapındaki tesir itibariyle müthiş, muazzam bir fikir aksiyonudur.
En başta ve en mühim kazanım, senelerdir Müslümanların zihninde putlaştırılmak istenen ‘yenilmez, durdurulmaz, kandırılamaz, ondan habersiz kuş uçmaz’ denilen Siyonist ordu ve istihbaratı balonunun patlatılması oldu. Gazze gibi adeta bir açık hava hapishanesinde yaşamak zorunda bırakılan bir avuç akıncının, Amerika başta olmak üzere bütün Avrupa tarafından askerî, istihbarî, siyasî ve iktisadî olarak desteklenen Siyonistler karşısında 7 Ekim muharebesinde kazandığı zafer pek az topluluğu nasib olmuştur. Bundan sonra bu harb, her nasıl neticelenirse neticelensin, düne kadar çevredeki herkes tarafından avcı olarak görülen Siyonistler artık bir av olarak görülecek ve zihinlerde şekillenen bu yeni bakış bölgenin bundan sonraki kaderi üzerinde tayin edici olacaktır.
Hani dedik ya, Anglosakson-Siyonistlerin bugüne kadar ortaya koymuş oldukları bütün proje ve planlar bir bir sekteye uğradı diye, işte, normalleşme anlaşmaları üzerinden Siyonistlerin Müslüman ülkelerin iktidarlarıyla tesis etmeye çalıştıkları ittifak projesi/planı, Hamas’ın 7 Ekim tarihinde gerçekleştirmiş olduğu dillere destan “Aksa Tufanı” neticesinde bozulmuştur. Bölgedeki iktidarların Siyonistlerle bırakın ittifak kurmasını, irtibatta kalması bile artık siyasî konumları için varlık meselesi hâlini almış bulunmaktadır.
Müslüman coğrafyanın bağrına Birinci Cihan Harbinden sonra İngiliz eliyle saplanan hançer hükmündeki Siyonist Devlet’in varlığını Müslümanlar nezdinde meşrulaştırmak üzere tertib edilen normalleşme anlaşmalarının bozulması yanında, “Aksa Tufanı” sayesinde, çabalananın aksine nur topu gibi bir antisiyonizm dalgası doğmuş bulunmaktadır. Bizim nezdimizde bir karşılığı olmasa da bilhassa Avrupa’da Yahudiler şimdiden kendilerini baskı altında hissetmeye başlamış, işgâl ettikleri ve “ev” dedikleri Filistin’in de savaş alanına dönmesi dolayısıyla yeni yurt arayışına girdikleri kendilerinin medya kuruluşlarına verdikleri beyanatlarla sabittir. Pirince giderken bulgurdan olmak bu olsa gerek herhalde. Bu arada eğer ki Avrupa’da yeniden bir antisemitizim dalgası yükselecek olursa Siyonistlerin bugün nefret kustuğu, türlü hakaretler savurdukları Hamas’ı mumla arayacağı, vahşeti ve barbarlığı esas o zaman göreceklerini hatırlatmaya bile lüzum yoktur herhâlde.
“Aksa Tufanı” operasyonuna karşı Siyonist Devletin sivil Müslümanlara yönelik başlattığı katliam, bölgedeki varlığının gayr-ı meşruluğunu bütün Müslümanların zihnine bir daha unutulması mümkün olmayacak şekilde kazımış ve bununla beraber Siyonistlere karşı büyük bir kin ve nefret duygusunun da kökleşmesine vesile teşkil etmiştir.
Ortadoğu’dan çekilip Pasifik Bölgesine odaklanmaya çalışan Amerika’yı, onların deyimiyle yeniden Ortadoğu bataklığına çekip, saplamıştır.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinden başlayıp, Cenevre Sözleşmesine kadar Batı’nın bugüne kadar dayatma ve işgâllerinin meşruiyeti için öne sürdüğü ne kadar gerekçe varsa, Siyonist Devlet’in Gazze’de sivillere yönelik saldırıları karşısında sessiz kalmasıyla beraber meşruiyetini yitirmiştir.
Birleşmiş Milletler başta olmak üzere dünya düzenini meydana getiren ve ayakta tutan ne kadar müessese varsa, hepsinin birden yine aynı vesileyle işlevsizliği dünyanın suratına bir tokat gibi inmiştir.
Amerika’dan başlayıp Avrupa ve Ortadoğu’ya dek uzanan coğrafyanın tamamında iktidarlar ile toplumlar arasındaki ahenksizlik bir kez daha tescillenmiştir.
Yine “Aksa Tufanı” dolayısıyla yaşanan sosyolojik bir gelişmedir ki, Müslüman toplumlarda görülen Batıya karşı hayranlık hissi yerini husumete bırakmıştır.
Tasmalılar
Amerika ve Avrupa’nın “demokrasi”, “hukuk”, “insan hakları” havariliği malûm.
Batı nezdinde seçimle iş başına gelmiş iktidarı askerî darbe yoluyla devirmek kötüdür; darbe, iktidardaki Batı karşıtına karşı kendi destekçisi tarafından yapılmadığı sürece. Batı için demokratik seçimlerin yapılmadığı krallıklar kötüdür, hele ki bir de bu krallığın prensi Amerika’da yayın yapan gazetenin gazetecisine suikast düzenleyip, onu doğrayıp ortadan kaldıran bir katilse daha da kötüdür; tabiî bu krallık Batı kampının emrine amade değilse.
Aksa Tufanı sonrasında Gazze’ye yönelik ambargo ve yapılan soykırım üzerine herkes başını çevirip Mısır, Suudî Arabistan ve Ürdün’e bakıyor ya… Bu vesileyle Müslümanlar, Batının ve Siyonistlerin ipini elinde tuttuğu bu tasmalıların gerçek yüzünü bir kez daha gördü ve bundan da ehemmiyetlisi, tasmasını Batı/Siyonistlerin elinde tuttuğu iktidarlar tarafından yönetilmenin, kritik bir ân’da neye mâl oluğunu da anlamış oldu.
Mısır’ın başına makbûl darbeci, Suudî Arabistan’ın başında makbûl katil ve Ürdün’ün başında makbûl diktatör… Kurmuş oldukları düzene çomak sokan Müslüman ülkelere, milyonlarca insanı katletmek bahasına demokrasi götüren Amerika ve Batının sırtlan yüzü yine Aksa Tufanı vesilesiyle silinmesi mümkün olmayan bir enstantane olarak Müslüman toplumların hafızasına nakşedilmiş oldu.
29 Ekim tarihinde Siyonist Devlet’in başbakanı Benjamin Netanyahu dedi ki, “Batıdaki ve Arap dünyasındaki müttefiklerimiz biliyorlar ki; eğer kazanamazsak, sıradaki onlar olacak”. İnşallah öyle olacak ve Netanyahu haklı çıkacak, önce Müslüman ülkelerinde onlarla ittifak içine giren müttefikleri, ardından Siyonistler ve son olarak da Batılılar sırada olacak…
“Aksa Tufanı”na Bakıştaki Sakatlık
Diyorlar ki, “Aksa Tufanı operasyonu gerçekleşti, şimdi Siyonistler Müslümanları Gazze’den çöle sürecekler, iyi mi oldu?”
“Aksa Tufanı” gerçekleşmeseydi, Siyonist Devlet ile Mısır başta olmak üzere bölgedeki Müslüman ülkelerin yaptığı anlaşmalar çerçevesinde, Gazzeliler o topraklardan Müslümanların eliyle sürülecek ve Sina Çölü’nde inşa edilecek kamplara kapatılacaklardı. Hamas bu operasyonu gerçekleştirerek, biraz evvel üzerinde durduğumuz anlaşmalar ve ittifakı darmadağın etmiş oldu. Ayrıca bundan sonra Gazzelilerin buradan sürülmesi gerçekleşecekse bile, bu operasyon sayesinde bunun bedelini peşin peşin karşı tarafa ve bölgedeki Müslümanların işbirlikçi iktidarlarından başlayarak, bütün müttefiklerine ödetilmiş oldu.
Bize kalırsa, hakiki “millet ordu”nun ne olduğunu dünya âleme hayatı bahasına telkin eden Gazzelilerin bu saatten sonra Gazze’den çıkartılabileceklerine de inanmıyoruz!
Yine aynı konu ile alâkalı gündeme getirilen yazışma sızıntılarından da bahsedelim. Bu sızıntılarda Siyonistlerin Gazzelileri nasıl Gazze’den süreceği konuşuluyor. Aklı evveller de bu metne bakarak diyorlar ki, “bakın bu savaşın planını Siyonist devlet çok önceden yapmış, Hamas’ı da zaten o kurmuş” bilmem ne. Tanıdık geldi mi? 11 Eylül saldırılarını da Amerika’nın kurmuş olduğu El Kaide gerçekleştirmişti, bu yüzden de Amerika Irak ve Afganistan’da birkaç trilyon dolar, binlerce asker, süper güç imajı ve global hâkimiyetini bırakıp, arkasına bakmadan kaçarak uzaklaşmıştı.
Adamın isminin başında ne yazarsa yazsın, en başında “ezik” yazdığı zaman, geri kalan her ünvanın ancak eziği olabiliyor, unutmayalım.
Blinken Tenkidinde Görülen Sakatlık
“Aksa Tufanı” operasyonundan hemen sonra 12 Ekim günü Tel Aviv’i ziyaret eden Amerika Birleşik Devletleri’nin Dışişleri Bakanı Antony Blinken, “Bugün sadece ABD Dışişleri Bakanı olarak değil, bir Yahudi olarak da buradayım.” şeklinde bir açıklama yaptı. Müslüman ülkelerin basın yayın organları bu açıklamaya karşı çıkıp, Amerikan dışişleri bakanının böyle bir açıklama yapmasını yanlış görürken, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da Blinken’e karşı şöyle bir beyanatta bulundu; “İsrail'e Dışişleri Bakanı sıfatıyla değil bir Yahudi sıfatıyla yaklaşıyorum diyor. Bu nasıl bir politikacı, bu nasıl bir yaklaşım? Bunu söylediğin zaman sana karşındakiler de şunu söylerse. Ben de bölgeye bir Müslüman sıfatıyla yaklaşıyorum derse ne diyeceksin?”
Dergimizin geçmiş sayılarında defaatle ele aldık. İsrail, siyonist sapkın bir din devletidir. Batı için bu devletin bir din devleti olması hiçbir sorun teşkil etmez. Bilakis, ABD Temsilciler Meclisi’nin Evangelist başkanı Mike Johnson, 30 Ekim tarihinde Las Vegas'ta düzenlenen “Cumhuriyetçi Yahudi Koalisyonu Yıllık Toplantısı”na katılarak burada konuşma yapmış ve İsrail'e ihtiyacı olan kaynakları sağlamak için bir yasa tasarısı üzerinde çalıştıklarını kaydettikten sonra, ABD'nin Ortadoğu'daki en büyük dostunun İsrail olduğunu belirterek daha önce eşiyle İsrail’e gittiğini anlatmış, İsrail Başbakanı Netanyahu ile bir telefon görüşmesi yaptığını da sözlerine ekleyen Johnson, “(Netanyahu'ya) Ona İsrail'e ve İsrail halkına desteğimizin sarsılmaz olduğunu söyledim. Ona, Kongremizin benim liderliğim altında, sonuna kadar İsrail'in yanında olacağına ilişkin güvence verdim. Hristiyan olarak, İncil'in açıkça İsrail konusunda nerede durmamız gerektiğini söylediğini biliyorum. Tanrının, İsrail'i kutsayan milletleri kutsayacağını biliyorum.” demiştir. Amerikan kabinesindeki Yahudi yahut Evanjelist bakanlar ve yahut Almanya’nın neredeyse tüm bakanlarının Yahudi olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Modern Batılılar sapkın dinlerinin hâkimiyeti peşinde koşarken, yalnız Müslümanlar Batı’nın telkiniyle sekülerizm ve laiklik peşinde dünyalarını ve ahiretlerini berbat ederken, toplumlarını da feda ediyorlar.
Bu bahsimizin başına dönecek olursak, mesele Blinken’in Tel Aviv’e bir Yahudi olarak gidip gitmemesi değil, esas mesele bir tane Müslüman devlet adamının çıkıp, Müslüman olarak Gazze’ye gidememesidir!
Yüzünü Görün Artık Gerçeğin
Gazze’de akıncıların elde ettiği zafer ve akabinde Siyonistlerin sivillere yönelik başlattığı intikam saldırısı, Müslümanlar başta olmak üzere bütün dünya milletlerinin yüzüne tutulan ve hakikati bütün çıplaklığıyla gösteren bir aynadır. Herkes o aynada kendisini, toplumunu ve iktidarını muhakkak ama muhakkak seyretsin.
***
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun şehadetinden evvel dikkat çektiği üzere, Hicrî 1400 senesinden beri bütün dünya büyük bir zuhur sancısı çekiyor. Zaman geçtikçe gerilim artıyor, sancı şiddetleniyor. Cereyan eden her hadise bize gösteriyor ki, bugün hâkim pozisyonunda poz kesenlerin ne şimdiye ne de istikbale dair hiçbir tasavvuru bulunmuyor. Düne kadar bu güçleri hâkim pozisyonda tutan paradigma, müessese, teamül, anlayış ve hareket tarzları ise topyekûn iflas etmiş bulunuyor.
Batı'nın vaziyeti zaten ortada, artık hiç olmazsa kuyrukçuları kendilerine bir çeki düzen versinler. Bu yolun sonu görüldüğü üzere hiç de anlatıldığı gibi bir rüyaya değil, bildiğiniz kâbusa çıkıyor.
Solmaz, pörsümez yeni varken, köhnemiş tekerlemeleri dinlemeye dünyanın tahammülü kalmadı! Şimdi, yeni şeyler söylemenin zamanı.