Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan bugünkü "Keşke anlatabilmenin bir yolunu bulsak" başlıklı yazısında, "Terörsüz Türkiye" sürecinin, başta terör devleti İsrail olmak üzere dış tehditlere karşı yapılmış bir hamle olduğunu yazdı:
"Uzun süredir “seyrek” olarak devam eden 3. Dünya Savaşı’nın her an “yaygın bir fiziki savaş”a dönme ihtimali, dönmeme ihtimalinden çok daha fazla. Bundan 5 ay önce Nash dengesi hesaplarına göre yapılan bir hesaplamaya göre Çin’in Tayvan’a vurması halinde şu an 3. Dünya Savaşı’nın tam ortasında hayatta kalmaya çalışıyor olacaktık.
Bu, burada bir dursun.
“Terörsüz Türkiye” işinin hem kasıtla hem de iyi niyetle epeyce yanlış anlaşıldığını düşünüyorum bir süredir.
Şu yanlış anlaşılmadan başlayayım: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türklerle Kürtler arasında bir kardeşlik projesi, bir bağ güçlendirme kampanyası başlatmış değil Terörsüz Türkiye konsepti ile. Bu konsept, Türkiye’nin içine doğru bir konsept değil zira. Tabii ki kardeşlik pekiştirici işler bu konseptin doğal bir devamı ve uzantısı olarak seyreder elbette ama işin kendisi sözgelimi “yeni bir vatandaşlık tanımı”nı falan içermiyor. Bir “gülelim eğlenelim, hepimiz biriz” işi de değil.
İkinci bir husus şu: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, PKK ile herhangi bir konuyu müzakere etmiyor. Etmeyecek de. Etmesi söz konusu bile olmayacak hatta. Türkiye, PKK ile “şartlarını söyle de masaya oturalım” konuşması yapmadı bu süreçte. Çünkü Türkiye’nin PKK ile herhangi bir pazarlık yürütmeye ihtiyacı yok.
Üçüncü husus şu: Recep Tayyip Erdoğan ya da Devlet Bahçeli, sıradaki seçim için DEM ile bir ittifak zemini arayışında da değil Terörsüz Türkiye bağlamında. Bu gerçek, sürecin belli ittifakları ve politik pazarlıkları masada tutmayacak bir süreç olarak gelişmesini gerektirmez. Gündelik politika ve bilhassa başkanlık sistemi DEM ile AK Parti-MHP arasında bazı ittifaklara yol açabilir ama bilinmelidir ki Terörsüz Türkiye, bu basit ittifak meselesi için falan ortaya konulmuş da değil.
O halde nedir Terörsüz Türkiye? Bence şudur: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, hissettiği güvenlik tehdidinin büyüklüğünü nazar-ı dikkate alarak dünyaya “Topraklarımda ve etki alanımda herhangi bir uydu terör örgütüne izin vermeyeceğim. Gerekirse bu terör örgütlerini ben masaya oturtacağım ama size ülkemde uydu örgütler üzerinden manevra kabiliyeti vermeyeceğim, alan açmayacağım” demektedir.
Bu sürecin yan çıktıları kardeşlik pekişmesi, kişisel hakların genişlemesi gibi şeyler olursa ne âlâ. Ancak Türkiye bu yan çıktılarla ilgili değildir. Doğrudan kendisine, var oluşuna ve var kalışına yöneldiğini hissettiği tehditleri ortadan kaldırmanın derdindedir.
Yeri gelmişken söyleyeyim. Türkiye’nin “teröristleri bir’e kadar kırma” gücü vardır elbette ama bunu yapmak yerine Terörsüz Türkiye konseptiyle yola devam etmenin avantajlarını deneyimlemek istemiştir.
Bunlar da burada bir dursunlar.
“Türkiye’nin hissettiği güvenlik tehdidi nedir?” diye sual edilecek olursa cevabım “İsrail’dir” olacak. Sadece İsrail değil ama en başta İsrail. Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Lübnan’da, Kuzey Kıbrıs’ta doğrudan düşmanımız İsrail’dir artık. Çıkarlarımızın çatıştığı başlıca ülke İsrail’dir. Tam bu noktada İran ile rekabetimizin de bir yere bağlanması zarureti vardır ama bu başka bahistir.
Terörsüz Türkiye’yi de, savunma sanayi hamlelerini de, dış politika manevralarımızı da, şu aralar herkesin “Türkiye’nin sıcak çatışmasız 6-7 yıla ihtiyacı var” cümlesini yaygınlaştırmasını da tam buradan okumazsak meseleyi bir terör örgütü ile bir ülke arasındaki mesele sayar ve vakit kaybederiz. Mesele dünyanın sıkıştığı o tuhaf aralıkta Türkiye’nin bekasının ne olacağı meselesidir.
Ayşe Barım’ın tutuklanmasını da, İmamoğlu çetesinin çökertilmesini de, son günlerde artan FETÖ tutuklamalarını da tam buradan okumak ve anlamlandırmak lazım gelir.
Keşke şu bilgi kirliliğinin tam ortasında bütün bunları kamuoyuna anlatabilmenin bir yolunu bulsa bu meselenin ilgilileri. Ateşten bir çemberin tam ortasında bir de “algının ve kanaatin ters gitmesi” durumuyla uğraşmak çok büyük enerji kaybı zira."