İran, Gazze, Starbucks ve yulaf sütlü Ristretto Bianco

0
İran, Gazze, Starbucks ve yulaf sütlü Ristretto Bianco
Geceleyin uykunuzu kaçırmayan, gündelik işlerinizi aksatmayan, sizin sosyal medyada mal mal dolaşmanıza engel olmayan, başka çocuklar ölüyor diye kendi yavrunuzun başınızı okşamaya utandırtmayan Filistin sevgisi, amiyane fakat cuk oturan tabiriyle dümenden bir riya tünelidir; ve, şifâ bulmanın ilk şartı da hasta olduğunu kabul etmektir.

Filistin ile alâkalı hâdiseler belirli bir tansiyon eşiğinin üzerine çıktığı demlerde Starbucks’a ve orada kahve içmeye gidenlere karşı bir nefret havası oluşmuş geçtiğimiz aylarda… “Belirli bir tansiyon eşiği” dedim, çünkü; “kanayan yara” Filistin meselesi, tabiri caizse Ortadoğu’nun, İslâm coğrafyasının müzmin bir bel fıtığı gibi etkisi bâki çözülemeyen bir problemi olarak dâima vardır… 

“Oluşmuş dedim,” çünkü; bendeniz, sıkıntının şâiri, sonraki devrin habercisi Bodler’i usandırır bir bohem çukurunda, Çin mandarenleri gibi kendi atmosferi içinde yaşadığımdan -yahut hayat sürüyorum zannı içinde- olan-biten hâdiseleri belirsiz tesadüf, belirli tevâfuklar serîleri içerisinde ve her türlü haber vasıtalarından âzâde işittiğimden…

Anladığım kadarıyla, ismi ecnebi menşeili bu kahve firması İsrail’i destekliyormuş, bu sebeple de Filistin meselesi etrafında herkesin nazarı dikkatini celbetmiş ve birçok kimseyi de fenâ halde sinirlendirmiş… 

Anladığım kadarıyla bu; anlamadığım kadarıyla da, “işgalci İsrail”i hâlihazırda ve evvelinde destekleyen böylesi bir şirket yahut şirketlere karşı olmak, tepki göstermek için demek ki belirli bir cinayet eşiği, katliam barometresi,  zulüm matik mi varmış bilemedim? 

Kendi kıt aklım, dümdüz mantığım ve irfandan nasibini bir türlü alamamış, içi tıkabasa dolu turşu fıçısına dönmüş kısıtlı bilgim ile söylersem eğer, insan, ister-istemez şöyle düşünüyor: 

Gazze’deki evlerin İsrail tarafından düzenli olarak yıkılması, Filistinlilerin evlerinden edilmesi, rutin; birkaç Filistinlinin öldürülmesi, haber başlıkları içinde tel’in edilesi; bir hastahânenin bombalanması, kamuoyunda ufak-tefek kıpırtılara sebeb; 600 Gazzeli çocuğun öldürülmüş olmasının eşik değerinin karşılığı da bir kahve firmasında oturmuş kahvesini içenlerin sandalyesini tekmelemek…

Karışık, çok karışık bir çağ, zaman dilimi ve ânlardan geçtiğimiz için, ben, karşılaştığım hâdiselere karşı ânî reflekslerle yaklaşmaktan ziyâde, bir bütüne nisbetle parça mesabesinde olan hâdiseleri, o hâdiseleri meydâna getiren bağlamlarıyla değerlendirmek isterim. Şairin, büyük şairin, tiyatroyu tarif ederken, “Aslında zamandan başka bir şey olmayan hayat, hangi mekân içinde akarsa aksın, onu belli-başlı ânlarıyle, üstüne böyle bir mikâb (ağ) atarak tutabilirsiniz. Zaten her hâdisenin üstünde, ressâmın kurşun kalemiyle çizip sonradan sildiği, bölüm çizgileri gibi, böyle bir mikâb vardır. Onu görünür hâle getirmek içindeki hâdiseyi tutmaktır. Ketumiyet sürüsünden çıkarmak, silinmekten kurtarmak, süzmek, özleştirmek…” dediğinden yola çıkarak, karşıma aldığım, tesadüf ettiğim hâdiselere bu gözle bakmaya davranırım. 

fatih-turplu-yazilari2.jpg

Böyle olunca da, “ressâmın kurşun kalemiyle çizip sonradan sildiği bölüm çizgiler”i beliriverir… 

Faraza, Starbucks ve Filistin meselesi etrafında, bu hâdiseye bir mikâb-ağ atıverelim… Attığımız ağ ile içindeki hâdiseyi tutuverelim… “Ressâmın çizip sonradan sildiği bölüm çizgileri”ne bir bakıverelim… 

Her şeyden habersiz, Batı tipi hayat tarzının günümüzde bir nevi amentüsünden sayılan, olmazsa olmaz bir gerekliliği olan sabahın köründe kahve içme ritüeli için Starbucks’a gitmiş, gece yarıda bıraktığı Amerikan dizi-filminin devamını heyecan içinde seyreden herhangi birisinin oturduğu sandalyeye tekme savrulmasını biraz tuhaf buldum ben açıkçası ilk işittiğimde.

Bu mevzuda asıl üzüldüğüm ve dikkat çekmek istediğim “ressâmın çizip sonradan sildiği bölüm çizgileri” ki, resmin, fotografın, hâdisenin bizâtihi kendisi değil, onu sarıp-sarmalayan çerçevenin kendisi ki şu:

Bilmem kaç küsûr yıllık “İslâmcı mücadele geleneği”nin, gelinen noktada Filistin davası için icad ettiği, toplum nazarına aksettirdiği aksiyon ve eylem stratejisi, Starbucks’ta oturmuş kahvesini yudumlayan küpeli züppenin sandalyesine tekme savurmak ise eğer, ben, o tekmeyi savuran ayağı öpmekten imtina etmek bir yana şeref duyarım; fakat “İslâmcı mücadele” geleneğinin, işin bütün stratejisinin de bu denli ahmakça bir seviye belirtmesinin rezilliğine de -kimse kusura bakmasın, bakacaksa da baksın gocunmam- ortak olmam, olanla da aynı fikirde olmam, olamam… 

Evet, beyler-bayanlar, Instagram’da merdivenden kayanlar, Filistin için “reels”lerle gusül alanlar; ayırmadan, kayırmadan, kendimi de en başa yazarak söyleyeyim: Bizim, hepimizin, bizimkilerin, yâni kendisini “İslâm dairesi” içinde sayıp geride kalanı “münkir” ilân edenlerin vaziyeti, Starbucks’ta kahvesini yudumlayan herhangi birisinin vaziyetinden ne kadar farklıdır, bir ân düşünüp kendimize suâl edelim.

Starbucks’ta kahvesini içerken Filistin’e dair haberlere denk gelince iştahı kapanmayan herhangi birisiyle, aynı haberleri seyredip iştahı kaçmadan günün öğünlerini kaçırmayan bir kimsenin teknik, fizyolojik, psikolojik, insanî açıdan kıl kadar farkı yoktur ve işin bir (metronom)u (barometre)si bir ölçüm cihazı varsa o ölçü, o da en basit hâliyle budur!

Tüm olanlara mukabil bir kerecik, bir öğün için dahî olsa da iştahı kapanmayanların Gazzeli çocuklar için hassasiyet numarası yapmasından daha büyük bir kandırmaca yoktur; ve bu aldatış, aldatışların trajiği olarak insanın kendi kendini kandırmasıdır ki, içinden çıkılmaz bir büyük paradokstur. 

Geceleyin uykunuzu kaçırmayan, gündelik işlerinizi aksatmayan, sizin sosyal medyada mal mal dolaşmanıza engel olmayan, başka çocuklar ölüyor diye kendi yavrunuzun başınızı okşamaya utandırtmayan Filistin sevgisi, amiyane fakat cuk oturan tabiriyle dümenden bir riya tünelidir; ve, şifâ bulmanın ilk şartı da hasta olduğunu kabul etmektir.

İdeolojik açıdan, yâni, “Allah için buğz” etmek bakımından hayatında bir kez olsun iştahı kaçmamışların, bir öğün yemeyi atlamayanların, öğün atlasa diğer öğünde acısını çıkaranların ortalıkta salya-sümük dolaşarak Filistin güzellemeleri yapmaları sadece absürd tarzda sahnelenen ucuz bir vodvildir. Ama şunu da biliyorum ki, gözyaşlarına hâkim olabilenler “mel’unlar”dır ve bu vesileyle de bahsettiğim tiyatronun oyuncularını da ikâz etmiş olalım. 

Nasıl ki buyurulmuş ve “dinin yarısı”dır “amellere niyetlerine göre hükmolunur”, bir kelebeğin kanat çırpış hızı kadar olsun, samimi bir edânın Allah katında yeri vardır ve ederini de ölçmek elbet bize düşmez; lâkin, dua ederken bile hâline-vaktine göre istemek diye de bir şey vardır... Müslümanların başına gelenler yüzünden hayatında bir kez dahi iştahı kapanmamışların samimiyetine inanmıyorum. Neticede “olsa, tezahürü olur” diye bir hakikat vardır ve olamadığımız için hiçbir şeyin olamadığını anlamayacak kadar sığ bir kültür vasatı içinde olduğumuzu da, şahsen ben iliklerime kadar hissediyorum. Böyle olduğunu biliyorum, inkâr edene isbat edeceğim diye de vaktimi harcamam...

Sözün özü ve en doğrusu da şudur ki, Gaye İnsan Ufuk Peygamber’den sonra güneşin ondan daha hayırlı bir başın üzerine doğmadığı Hazreti Ebû Bekir efendimizin söylediği:

“Ağlayabilenler ağlasın, ağlayamayanlar da ağlar gibi dursun!”

Yazı başlığına istinaden söylersem, dikkatli bazı okuyucular başlıktaki İran ibaresinin alâkasını merak etmişlerdir ki haklılar: İran, aslında yazının ana omurgasında daha ilk satırdan beri vardır ve görünmüyor oluşu da yokluğundan değil, varlığından mülhemdir; şöyle ki, tam anlamıyla ismiyle müsemma bir şekilde İslâm coğrafyasına ait her meselede varmış gibi yapıp, yok olmasından maâda bu yazının ana fikri ve hâdisenin özü kavranabilir...

 Olmadığı mânânın mâliki gibi gözüküp şaklabanlık yapmaktansa Starbucks’a gidip yulaf sütlü Ristretto Bianco içerim daha iyi; hiç olmazsa onlar kendi insanları için dümenden role girip instada yalandan ağlamaklı poz vermiyorlar!

Yorum Yazın