Batı prensiplerinin gerçek yüzünün hâkim olduğu bir devir, rüyalarda savaşın imajları görünüyor, at kişnemeleri rüzgarlarla binip geziyor bütün ülkeleri. Kemiklere işliyor çelikten yapılma aletlerden bağrını delecek kurşunların buz gibi nefesi. Sokaklarda sırılsıklam bir köpek yavrusunun iniltileri gibi inleyen insanlığın üzerine yıldırım düşüyor. Ölmek istiyor birçoğu. Ama ölemiyorlar. Görmemek için dağlamak istiyorlar gözlerini ama yaşananlar ruha yapışık imajlara döndüğünden kör olanlar daha net görüyordu vahşeti. Ne taş kalıyordu, ne bitki, ne börtü, ne böcek. Sinekler ışık görmediği için intihar ediyordu. Kelebekler artık 24 saat bile yaşamayı 1000 yıl gibi görüyordu. Bir günde büyüyordu çocuklar. Bir uğultu vardı, bir kaynaşma, bir ses. Kafasını taştan taşa vuran bir hayalet vardı sanki ve bir görünüp bir kayboluyordu bu hayalet. Kundaktan çıkmak istemeyen bebekler ağlayarak ölüm marşları söylüyorlardı kelimesiz, harfsiz. Harap olmuştu şehirler, değerler, prensipler… Taşlar bile ispiyonluyordu insanları, taşlar haykırıyordu arkasına saklanmış bir annenin ölmesi gerektiğini. Beşikler boşalmıştı çoktan. Sanki sabaha kimse bunları görmesin diye güneş göç etmişti ve sabah olmuyordu. Gece bir anne gibi saklıyordu her şeyi. Kalk çağrısı yankılanıyordu göklerde kalk!.. Ama bu ses yansıya yansıya kendine dönüyordu. Artık ne gözyaşının bir anlamı kalmıştı, ne feryadın, ne “ah”ın, ne de acıya benzeyen her duygunun… Artık onlar kimyasal şeylerden ibaretti. Ben de bir köşeye sığınmış, üzerime ne kadar pislik varsa saçmış, o pislikle temizlenmeye çalışıyordum. Üstüm başım perişan halde, sırılsıklam olmuş, kendi ruhunu çoktan rüzgârın sırtına bindirmiş bir bezginlikte sadece oturuyordum. Gökyüzünde çarpışan seslerden ruha şifa olacak tek bir ses, tek bir nefes, tek bir melodi yakalamak için radyo alıcısı gibi kulaklarımı gökyüzüne ayarlamıştım. Frekans frekans gezerken şeytani sesler de duymaya başladım. Çok net duyuyordum. Biri şöyle fısıldıyordu hırıltılı sesi ile…
“Bir gün, büyük bir meydanda, bütün dünya ziynetleri ile bezenmiş koltuğumuza kurulacak, tanrılarınızın boynuna idam ipi takacak ve hiçbir varlıkta bulunmayan haklı gururumuzla ayağa kalkıp, parmağımızı tanrılarınızın gözüne sokarcasına uzatacak ve ona “hadi anlat yarattıklarına senin yapıp da bizim yapmadığımızı” diye haykıracağız.”
Birden irkildim! Gözyaşının bu çağda kimyasal su formülüne indirgendiği yerde ne işe yarıyordu. Kuytu köşemde, küçük bir köpek gibi, güvensiz, annesiz, babasız inliyordum. Kulaklarımla sadece göklerden gelecek, beni yerimden sıçratacak bir kelime arıyordum. Gözyaşlarımdan bir damla yere düştüğünde kezzap gibi, bir filizin yeşermesi umudu ile küçük pençelerimle toprağı eşeliyordum. Ama bugün sadece şeytanların, cinlerin, perilerin sesleri sarmıştı gökyüzünü. Dinle dinle bak yine çok net duyuyordum:
“Öncelikle Holokost! Onun eften püften sebeplerini, biz Siyonistlerin tertiplediğini hiçbir Yahudi bilmeyecek. Adını holoskot olarak insanlar bilecek. Yahudiler ve tüm dünya. Holokost… Adak! Kelimelerimizle büyüleyeceğiz insanları. Bu dönemden bahsedilince sadece bu soykırım bilinecek ve bu birbirinden kopuk, umutsuz, çaresiz, gölgesini bile düşman gören, güvensizlikten yemek yemeden kesilmiş tüm Yahudilerin ruhlarını birleştirici olacak. Yahudiliği ve siyaseti o kadar iç içe geçireceğiz ki bunları birbirinden ayırmak uzun zaman alacak. Nesiller ve nesiller. Antisemitik diye bir kelime uyduracağız işte bu kelime bize hazinelerin anahtarlarını verecek sihirli bir kelime. Kimse en büyük antisemtiklerin Yahudi Siyonistler olduğunu bilmeyecek. Gerektiğinde Yahudileri de katledeceğiz. İsrail tarihi anlatılınca herkes karşıdakini komplo teorisyeni, masal anlatıcısı olarak anlatacak. Bilemeyecek bizim bir efsaneyi tarihleştirdiğimizi. İnsanlar uluslararası hukukun verdiği güvenle yaşayadursun, tanrıları dize getirecek olan biz, sizin gibi pisliklerin tabi olduğu hukuk paçavralarına mı bağlanacağız? O kanun ve kurallar domuzlar için, sizin gibi basit ulusların kontrolü için uydurulmuş şeyler.”
Saatler geçiyor muydu? Sabahı beklemek bir aptalın beklentisiydi sanırım! Artık anladım zaman dürüldü! Mekân bu gece bir çarşaf gibi doladı kendini! Ben ıslak tahtalar altında ıslanıyor muyum? Bedenim nerede? Sadece tek bir noktadan ibaret kalmıştım, bir damla su gibi! Allah’ım bu bir damla su da akıp gitmesin diye inliyordum. Gece sabitlendi! Gitmeyecek! Bitmeyecek! Beni kimse görmeyecek! Gözleri dağlandı dünyanın. Gökyüzünde arada bir ölüm marşları mırıldayan bebek sesleri duyuluyordu. Çok kısaydı bu sesler. Ardından anneler bu sesleri bir an yakalayıp öpmek istiyor gibi geliyordu sanki! Ah en net ses o hırıltılı ses idi! Yine o ses:
“İnsanların gönülleri birbirine karşı o kadar nefretle dolacak ki kendisi ile baş başa kaldığında aynadaki yüzüne tahammül edemeyecek. Bir tarafta biz hayvanları keserken diğer tarafta diğerleri kendileri kesilmediği için bizlere şükranlarını sunacak. Kesilenler avaz avaz bağırırken, diğerleri çok gürültü yapıyorsunuz diye pencerelerini kapılarını örtecek.
Hukukta emsal karar diye bir durum var bilirsin, insanlar bizi emsal gösterip en vahşi işlere bile imza atsa meşru bir zemin bulabilecek ama o gün mahkeme salonunda ne bir hâkim ne de bir savcı bulabilecekler. Siyasi figürler bizimle tokalaşmak için sıraya girecek. İşte insan diye baktığınız kişiler böylesi aşağılık sürüngenlerden ibaret hayvanlardır. Biliyorum yüreğiniz bir kuş kalbi gibi titriyor ama sizler de alışacaksınız. O gün geldiğinde dünyanın reel politiği olacağız. Yahudiler sadece bizim için seçilmiş bir halk. Onların dehaları ve yüzlerce yıllık deneyimleri bizim için değerli… “
Vücudumda bir düğme arıyorum, kapatmak istiyorum kendimi. Kapatmak! Dağılıyor, ufalanıyor, patlıyor, yırtılıyordum ama ölmüyordum. Ben izlemeye mahkûm edilmiş minik bir köpektim. Kulaklarımla izlerken her şeyi, bu ağır yük altında ne yapabilirdim diye düşünüyordum. Tırnakları sökülmüş, dişleri sökülmüş, yeleleri modern kuaförlerde tıraş edilmiş kâğıttan kaplanların anlamsız kükremesi karşısında dişlerimi sıkabiliyordum sadece. Eskiden Allah olmazsa hiçbir şey olmaz diyordum bir kelime klişesi olarak, anladım artık O olmadan gerçekten bir şey olmaz. Ah o çıldırtıcı ses yine başladı:
Ha ha ha… Ve Tanrı Öldü. Artık öldürme, diriltme, yaratma bizim işimiz.
Ağzımdan dökülen tek kelime: Allah!..