Hamas’ın, Gazellileri hapsetmek için İsrail tarafından inşâ edilen duvarları aşıp, tam da bugünler geldiğinde kullanabilmek için başlattığı Yahudileri esir alma operasyonu olan Aksa Tufanı’nın üzerinden tam bir sene geçti. Pek çokları, bilhassa Siyonizm taraftarları, Aksa Tufanı operasyonunu “sıfır noktası” olarak kabul ediyor ve o günden bugüne dek Yahudiler tarafından sergilenen vahşete bahane ediyorlarsa da, elbette ki kazın ayağı öyle değil. Böyle söyleyince, sondan başa doğru bakarak bir mânalandırma yapıyoruz gibi de anlaşılmasın.
Son yıllarda bölgede yaşanan gelişmelere kabaca bile olsa kronolojik olarak bakıldığında perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğunu açıkça görülecektir:
-6 Aralık 2017'de dönemin Amerikan Başkanı Donald Trump, Kudüs'ü resmen İsrail'in başkenti olarak tanıdı ve Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv'den Kudüs'e taşınacağını belirtti.
-31 Ağustos 2018’de ABD, bu kez BM Filistinli Mültecilere Yardım Ajansına yardımları kesti.
-22 Mart 2019 tarihinde Birleşmiş Milletlerin aksi bir kararı bulunmasına rağmen, yine Trump, bu kez ülkesinin İsrail'in Golan Tepeleri üzerindeki egemenliğini tanıdığını ilân eden deklarasyonu imzaladı.
-Donald Trump, Kral Selman ve Sisi’nin küre üzerine el basarak çekindikleri fotoğraf ve takip eden İbrahim Anlaşmaları vs…
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, Baran Dergisi’nin 13 Ekim 2011 tarihinde yayınlanan nüshasında tefrika edilen Ölüm Odası B-Yedi adlı eserinin “Merkez Kim” başlıklı 74. bölümünde, hem de ikaz başlığı altında gelmekte olan hakkında şu şekilde bir uyarıda bulunmuştu:
“BİR İKAZ: Yahudi Devleti’nin FİLİSTİN üzerindeki hukuk tanımazlığı ve Filistinliler üzerinde zulmünü son bir senedir taşkın bir şekilde kınarken, TUNUS’tan MISIR’a ve SURİYE’ye AKDENİZ Ülkeleri’nde olanları topluca gözden uzak tutmamak ve “Merkez kim?” sorusu içinde İSRAİL’i gözden kaçırmamak lâzım. Uyutuluyor olmayalım. Hareket olan yerde bereket vardır - ama MÜSLÜMANLAR’ın o berekete lâyık olmaları lâzım ki, iş bir zulümden şikâyet ederken başka bir sağlam boyunduruğa girmek olmasın.”
Bir heyecan dalgası hâlinde yaşanan Arab Baharı bilindiği üzere rejimlerin millîleşmesiyle neticelenmedi. Millîleşen rejimler de, Mısır’da olduğu gibi, askerî darbe marifetiyle süratle bertaraf edilip yerlerine yeniden işbirlikçiler ikâme edildi. 2003’teki işgâl ile Irak, Şiîlerin marifetiyle Yahudi için bir tehdit olmaktan çıkartılmıştı. Arab Baharı sürecinde Suriye, 2011 tarihinde başlayan çatışmalara Batılılar eliyle dökülen benzin ile bir tehdit olmaktan çıkartıldı. Irak ve Suriye’de Amerika ve dolayısıyla İsrail ile müşterek bir şekilde hareket edip, Akdeniz’e doğru bir Şiî hilali kurmak üzere gırtlağına kadar Müslüman kanına batan Şiîlerin, bu süreçte geliştirdikleri münasebet dolayısıyla kendilerini emniyette hissettikleri bir ânda, ortakları tarafından sırtlarından hançerlenmeleri de ayrıca manidar...
Yahudi İçin Varlık Yokluk Savaşı
Aslında 7 Ekim yalnız Gazzeliler için değil, Yahudiler açısından da bir son olarak değerlendirilmeli. Filistin’e geldiklerinden beri hep aynı hedefi gözeten, bayrağında bile kendisini Fırat ile Nil arasında Süleyman mührüyle sembolize edilen bir milletten bahsediyoruz. İşin onlar için “son”a bakan tarafı ise, Yahudi Kabalistlerin, “Arz-ı Mevud’a hâkim olamaz ve bununla beraber Mescid-i Aksâ’yı yıkıp yerine Süleyman Mabedi’ni inşa edemezsek yok olacağız.” diye, yapmış oldukları hesablardan çıkarttıkları tarihin, birkaç sefer tehir etmiş olmalarına rağmen en geç milâdî 2022 olmasıydı. Sonra bir kez daha tehir ettiler bu tarihi... Onlar, buna iman ediyorlar ve imanlarının gereğince davranıyorlar. Uzun seneler sesleri solukları çıkmadan, bölgedeki faaliyetlerini ellerinde tuttukları maşalarla yapan Yahudiler işte bu yüzden daha fazla saklanamadı ve ortaya çıkmak zorunda kaldılar. Kudüs’ü Amerika'ya başkent olarak kabul ettirmekteki telaşları da, Golan Tepeleri’nde hâkimiyetlerini tescilletmeleri de, Gazze’de gerçekleştirdikleri soykırım da, Batı Şeria’yı kontrol altında tutmak için ardı arkası kesilmez operasyonları da ve son olarak Lübnan’a yönelmeleri de hep bu sebeble. Birazdan bahsedeceğiz, bu hadise Lübnan ile de son bulmayacak tabiî ki.
Şimdi tekrar başa dönelim. Pek çoklarının “sıfır noktası” olarak kabul ettiği 7 Ekim, Gazzeliler için aslında son noktaydı. Eğer ki, Aksa Tufanı Operasyonu gerçekleşememiş olsaydı da işler yine bugünkü hâle gelecekti. Belki böyle soykırım ile değil de, meselâ Mısır ordusu yahut İbrahim Anlaşmalarıyla İsrail ile ortak olanların eliyle Müslümanlar Filistin’den sürülecekti, o ayrı mesele.
Hesap Hatası
Hamas, Aksa Tufanı operasyonuyla, bahsettiğimiz bu sürece elinde Yahudi rehinelerle girmek üzere huruç etti. Öyle sanıyoruz ki Hamas yalnız tek bir hesap hatası yaptı, o da aldığı tüm rehinelerle beraber Gazze’ye dönmekti. Yahudi ordusu, 7 Ekim itibarıyla katliama Müslümanları değil Yahudileri öldürerek başladı. 10 Ekim tarihinde İsrail’in yayınladığı bilgilere göre ölen Yahudilerin sayısı 900, yaralananlar ise 2 binden fazlaydı. Yahudi ordusu Hamas tarafından esir alınan Yahudilerden ulaşabildiklerinin hepsini katletti.
Hamas eğer ki o gün 97 değil de 2-3 bin esir ile Gazze’ye dönebilmiş olsaydı, bugün bambaşka şeylerden bahsediyor olabilirdik.
Yahudi’nin adını “Hannibal Protokolü” koyduğu, kendi milletinden alınan esirlerin katledilmesini buyuran siyasetinin doğruluğu yahut yanlışlığını tartışmanın mânası yok. Biz Mutlak Fikir çerçevesinden bakıyoruz, onlar ise bâtıl dinlerinin sapkın itikatları çerçevesinden. Hedefe giden her yolu mübah gören, bırakın ilâhî, en temel beşerî hasletlerden bile uzak, Allah tarafından lanetlenmiş, ucube bu kavmi tartmanın bir anlamı olduğunu da zannetmiyoruz. Şiîleri mi öldürüyorlar, Sünnileri mi tartışmaları da burada komikleşiyor. Hedefine ulaşmak için kendi milletine bile kıyanların karşılarına çıkan her engele toslayacakları açık. Burada esas olan bu lanetli zalimlerin tepelenmesi, Allah bizi me’mur etsin!
Hamas’ın kurmay kadrosu insan olduğu için muhtemeldir ki bu aşağılıkların kendi kavimlerinden olanları katledeceklerini hesab edemedi.
Buraya kadar bahsettiklerimizden anlaşılacağı üzere, 7 Ekim ne Filistinliler ne de Yahudiler için bir başlangıç değil, aslında son tarihti. Gelelim 7 Ekim’den sonrasına.
Sırada Suriye Var!
İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar Londra’ya 20 bin ton, müttefik kuvvetler ise meşhur Dresden bombardımanında Almanya’ya 4 bin ton bomba atarken, geçen bir yıllık süre zarfında yalnızca Gazze’ye 81 bin ton bomba atan Yahudilerin silah veya mühimmatla ilgili bir kaynak problemi yaşamadığı açıktı; fakat buna karşılık Yahudi Devleti’nin Gazze’deki savaşı sürdürmek ve bununla beraber savaşı istediği şekilde bölgeye yaymakla ilgili en büyük sorunu insan kaynağı problemiydi.
7 Ekim’den sonra Gazze’ye yönelik ilk taarruz teşebbüsleri şiddetle püskürtüldükten ve ciddi zayiatlar verildikten sonra, hem kendi kamuoylarından gelen tepkiler hem de bütün Yahudilerin korkup “İsrail”den kaçabilecekleri endişesiyle, bu işin Yahudi kaynaklarıyla sürdürülemeyeceğini anladı ve paralı asker kullanma yoluna gittiler. Afrika başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinden topladıkları paralı askerleri sahaya sürdüler. Gazze’deki saha ve tünel çarpışmalarında bu paralı askerleri kullandılar. Böylece hem kayıp vermek sorun olmaktan çıktı hem de savaşı Gazze’nin ötesine taşımanın insan kaynağı meselesi hâlledilmiş oldu.
Nasrallah suikastıyla beraber Hizbullah’ın bütün komuta kademesi katledildiğine ve Lübnan artık sorun olmaktan çıktığına göre, şimdi ilk hedefleri doğal olarak bir süredir mütemadiyen bombaladıkları Suriye olacaktır. Netanyahu’nun BM konuşmasında elinde tuttuğu iki haritadan biri olan, onların "şer ekseni" olarak adlandırdığı ülkelerden biri de Suriye’ydi zaten. Ayrıca Irak ve Yemen’den Suriye’ye 40 bin savaşçı sevk edildiğine dair palavradan bir haberin sıkça işitiliyor olması bile bundan sonraki hedefin neresi olduğunu ilân eder mahiyette.
Yahudilerin bugüne kadar izledikleri taktik ve stratejilere bakacak olursak, görünen o ki, derslerine sıkı çalışmış ve gerçekleştirmek istedikleri hedefler doğrultusunda üzerine düşen ödevleri tastamam yerine getirmişler. İran ve Hizbullah hedeflerine yönelik saldırılarda açıkça görüldüğü üzere çok ciddi bir istihbarat faaliyeti yürütmüş, hedeflerinin çeşitli kademelerine sızmış yahut kendi içlerinden kaynak devşirmişler.
Lübnan’a benzer şekilde Suriye’ye yönelik bir suikast dalgası, ardından stratejik hedeflerin bombalanması, paralı askerler Şam’a yönelirken, PKK/PYD kuvvetlerinin de doğu cihetinden Suriye rejimi birliklerine saldırarak destek vereceği bir kara harekâtı ile Suriye’deki Esad rejiminin devrilmesi, akabinde ülkenin çeşitli yerlerinde kalan Şiî milislerin süpürülmesi ve Sünnî direniş gruplarının temizlenmesi şeklinde ilerlemeleri son derece muhtemel. İran ve Lübnan’da gerçekleştirilen saldırılardan sonra bilhassa Şiî cenah içinde kimsenin kimseye itimadının kalmadığını da hesab edecek olursak, muhtemeledir ki ciddi bir direniş sergilemeleri mümkün olmayacaktır.
Suriye’nin işgâli söz konusu olduğunda herkesin hemen aklına gelen Rusya elbette ki hakiki bir soru işareti değil. Rusya’nın deniz üssü varlığını koruduğu ve bunun yanında Ukrayna savaşı ile alakalı koparılabilecek askerî yahut ekonomik tavizler Putin için son derece cazip olacaktır. Esad’ın, rejiminin ve Şiî milislerin tohumuna para saymadı ya.
Hasılı kelâm, bundan sonrasında muhtemelen Lübnan’ın kendi içinde bir dönüşüm olacak ve Hristiyanlar eliyle, İsrail’e mutlak şekilde biat etmiş bir iktidar tesis edilecektir. İsrail ise Gazzelilerin savaşma iradesini kıramayarak elde edemediği, elde etmediği zafer için bu kez Lübnan’dan sonra Suriye’nin kapısını çalacaktır.
Ömer Emre Akcebe, Baran Haber.