Alev Alatlı Avrupa'da yükselen sağ için ne demişti: "Irkçılıkları korkudandır, korkuları ise zavallı"

0
Alev Alatlı Avrupa'da yükselen sağ için ne demişti:
Yazar Alev Alatlı'nın 2019 yılında; modern dünyanın popülizm anlayışını, Avrupa'da artan ırkçılığı ve Türkiye'nin AB sürecini değerlendirdiği röportajı

Batılılaşma ile modernizm kavramı birbiriyle karıştırılıyor. Sizce aradaki fark nedir? Modernite genel anlamıyla nedir?

“Batılılaşma” kırkyama gibi bir sözcük… Karmaşa da ondan çıkıyor. Bakın, toplumlar binlerce yıl birbirlerinden etkilenirler. Giyimde kuşamda, yemede içmede, sanatta, müzikte, mimaride, edebiyatta, hatta dünya görüşlerinde ve inançlarında birbirlerine öykünürler. Şu ya da bu biçimde değişirler. Bir bakmışsınız Ümraniyeli İhsan elinde Japon çubukları suşi yiyor. Hatçe kızın semt pazarından aldığı tişörtünde “Girl power!” yazılı… “Batılılaşma” sözcüğünü görsel tezahürlerine hapsederseniz, gezegenimizde kim var kim yok elbirliği ile “Batılı”laştığımızı söyleyebilirsiniz.

“MODERNİZM 500 YILLIK BİR DÜNYA GÖRÜŞÜ”

“Modernite” başka bir şey. Modernite her şeyden önce bir dünya ve kâinat görüşüdür ki, 1500’lü yıllardan itibaren Yaratan’ın “kul” üzerindeki yaptırımının sorgulanması anlamına gelir. “Modern” insan, önce bilgiyi, bu öbür dünyaya dair “hakikat”ı kutsal metinlerde aramaktan vazgeçer. Vahyin yerini bilimsel yöntemlerle öğrenme süreci alırken, zihniyet de değişir. Önce Yaratıcı’nın mutlak hâkimiyetine dair inanç ve “kişisel tanrı” dedikleri dualara açık tanrı inancı kaybolur. Ardından “deizm” ateizme evrilir. Kadiri mutlak Yaratıcı kavramı, yerini başka açıklamalara bırakır.

Hâsılı modernizm, asgari 500 yıllık bir süreçte gelişen bir dünya ve kâinat görüşüdür. Bu görüşün izin verdiği, günahtan kurtulmuşluk, bireyselleşme, dünya ve kâinata hâkim olunabileceği, fethedilebileceği duygusudur. Biraz zaman verin, insan da “yaratılabilinir” şeklindeki anlayış. Yapay zekâ vb. gelişmeler modernitenin açtığı yoldan ilerlerler.

“TOPLUM MÜHENDİSLERİNİN İTİBARSIZLAŞTIRILDIĞI EVREDİR”

Modern dünyayla hâkim olan popülizm anlayışı sizce insanlarda ve toplumlarda neyi tüketiyor?  Popülizmin karşısına neyi koyabiliriz?

Önce, “popülizm”in modern dünyanın değil, “post modern” dünyanın bir gelişmesi olduğunu söyleyeyim. Bakın “modernite”, klasik fizik yasalarının yaşamın bütününe uyarlanma halidir. Yani, kendi “doğru”ları vardır. Ne gibi, meselâ, fizikçi Laplace’ın “Tanrı bir hipotezden ibarettir” hükmündeki mutlakıyet gibi, Marksist kalkınma yasaları gibi, Liberalizmin bireysel kazanımların toplumun kazanımıyla sonuçlanacağı iddiası gibi.

Batı dünyası, modernist kuramların gerçekleşmemeleri üzerine yeni bir evreye girer: Modernizm sonrası anlamında “post modern” evreye…  Bu evre keskin hükümlerden vazgeçildiği, enine boyuna düşünülmüş ayrıntılandırılmış ideolojilerin geri çekildikleri, toplum mühendisliğinin itibarsızlaştığı evredir.

“POPÜLİZM KARŞISINA İNANCI KOYAR”

Postmodernist akımlar 1980’li yıllardan itibaren görünür olurlar. Güçlü sol ya da sağ partiler kaybederler, iddialı düşünce akımları yerlerini “herkesin doğrusu kendine” diye açıklayabileceğim ruh haline bırakılar. “Gönlünün götürdüğü yere git” türü teşvikler böyle doğar. “Herkes” dediğimin “populace” yani “halk” olduğunu anlıyorsunuz. Popülizm, halkçılık demektir. Halkın beğeni, istek, inanç, heves, değer, yargı ve önyargılarına hizmet etmek, çekincelerini, gizli korkularını ortadan kaldırmak demektir.

Popülist partiler bunu yaparlar. O yüzden hem sayıları çok olur, hem de çeşitleri. Avrupa’da 106 tane “yeşil” parti, 36 tane “pedofili” yandaşı STK bulmanızın nedeni de budur. Yeri gelmişken, 2012 itibarıyla 43 bin Hristiyan tarikatının olduğu hesap ediliyordu. Popülizmin karşısına ne konur? İnanç konur, kader birliğine dair söylemler konur, milliyetçilik konur, birlik beraberlik ruhunun canlı tutulması düşünülebilir, vs. vs. İslamofobi nereden çıktı dersiniz?

“TÜRKİYE, GEZEGENİN İYİLİĞİ İÇİN YAŞAMALIDIR”

Genel olarak dünyanın gidişatını nasıl buluyorsunuz? Türkiye’nin dünyada durduğu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Batılıların bu gezegendeki yaşamı ellerine yüzlerine bulaştırdıklarını düşünüyorum. Sadece ABD’de açlık sınırı altında 16 milyon çocuk var. Aylan bebekler, varil bombaları, yüz milyonlarca sığınmacı yetmiyor, güzelim Mavi Gezegenimizi, evimizi de yok ediyorlar. Bunun adı “ilerleme”! Şimdilerde artık terk edip gitmekten bahsediyorlar, Mars’ta olmazsa, Venüs’teki yeni sömürgelere… Avrupası, Amerikası birer koca bebek, akılları bir karış havada… Beşerin en ilkel, en vahşi kabilesi dünyaya daha büyük zarar veremezdi. Bize gelince, en istenmeyen halimiz Batı’nın haydutluğundan evlâdır. Türkiye, gezegenin iyiliği için yaşamalıdır.

Bir aydın ve yazar olarak, Türkiye siyasi kültürünü geliştirmek için ne yapmalı?

“Siyasi kültür” dediğiniz, boşlukta oluşmaz. Siyasi kültür “genel” kültürün cismanileşmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Diyeceğim, her birimiz önce kendimize bakmalı, kendi yapılanmamızı sorgulamalıyız. Neye evet, neye hayır diyoruz? Neyi nereye kadar hoş görüyoruz? Kırmızı çizgilerimiz sahiden var mı? Korkaklığımızın, ikiyüzlülüğümüzün nedeni nedir? Vermeden almaya neden bu kadar teşneyiz? Siyasiler aydan gelmiyor, biz seçiyoruz. Her şeyden önce kendimizle, ailelerimizle yüzleşmemiz lâzım. Sosyal psikologlara çok iş düşüyor.

Peki, Türkiye’yi geleceğe güçlü hazırlayacak eğitim modeli nasıl olmalı? Üniversite eğitiminde hangi hususları güçlendirmeliyiz?

Bu sorunuzun cevabı bu söyleşiye sığmaz. Ancak, şu kadarını söyleyebilirim: Gençlerimizi dünyaya dair güncel ve sahici bilgiyle donatmamız lâzım. Acilde görevli bir doktor düşünün. Kanamalı hasta geldiğinde, önce kanı durdurmaya çalışır, eritrositlerin hemoglobin oranlarına daha sonra bakar. F-35 uçuracaksanız, eğitime Wright biraderlerin uçağından başlamazsınız. Ekonomi öğrencisiyseniz, önceliğiniz Malthus olmaz. En son bilgi, en pahalı bilgidir. En pahalısından başlayıp, gidilebildiği kadar geri gitmek lâzım. Aksi takdirde bir türlü günceli yakalayamazsınız…

“SORUN İLETİŞİM ŞEKİLLERİNDE DEĞİL, SOSYAL MEDYA KULLANIMINDA”

Modern dünyada iletişim şekillerimiz yön değiştirdi. İnsanların birçoğu mutsuz ve entelektüel anlamda arayış içerisinde. Dünyada artan teknoloji hangi bağları yok ediyor?

Bence sorun iletişim şekillerinde değil, sosyal medyanın nasıl kullanıldığında. Twitter, Facebook veya Instagram imkânları muhkem bir ideolojinin ya da inancın emrinde olsaydı, bir düşünün dünya nasıl bir yer olabilirdi? Muhkemden kastımın sahici ve inandırıcı olduğunu anlıyorsunuz. Küresel ısınma veya mülteci veya açlık sorunu, mesela Instagram’da hak ettiği yeri bulabilseydi, spagetti bilmem nenin yerini bir deri bir kemik bebek resimleri alabilseydi, çözümün önünde kimse duramazdı gibi gelir bana. Hâsılı, sorun teknolojide değil.

“BATI’NIN SADECE MÜZİĞİ DEĞİL, KORKULARI DA KLASİKTİR”

Avrupa’da ırkçılık artış gösterdi. En son Avrupa Parlamento seçimlerinde de ırkçı partiler yüksek oylar aldı. Özellikle İslam karşıtlığı hareketlerini yakından takip ediyoruz. Avrupa ırkçı ve nefret içerikli söylemler konusunda nasıl bir sınav verecek? Avrupa’nın yakın geleceğini nasıl gözlemliyorsunuz?

Bakın, asgari yirmi yıldır Avrupa popülist partilerin hâkimiyetinde. Az önce de söyledim, popülizmin insanoğlunu değiştirmek, dönüştürmek, daha iyiyi, daha yüceyi yakalamak gibi bir ideali yoktur. Ne semavi dinler gibi vicdanı önceler, ne “öteki”nin esenliği için gönüllü feragat talep eder. Var olan korku, önyargı, haz neyse onu tatmin yoluna gider. Avrupalı, oldum olası ksenofobiktir; yabancıdan korkar, dahası yobazlık boyutunda tutucudur. Dört yüz sene, beş yüz sene aynı kitabı okur, aynı oyunu oynar.

“IRKÇILIK KORKUDANDIR, KORKULARI DA ZAVALLIDIR”

Şekspir’den pay biçin… Nasıl olur da İngiliz edebiyatı son beş yüz yılda ikinci bir oyun yazarı çıkaramaz da, döner döner Hamlet okur? Hamlet hiç mi değişmez? Bronte kardeşler nedir? Vasat edebiyat döner dolaşır BBC’ye konu olur, onlarca kez dizi yapılır. Diyeceğim, sadece müziği değil korkuları da, hazları da klasiktir. Irkçılıkları korkudandır, korkuları ise zavallı. Doğrusunu isterseniz, nasıl sınav verecekleri de kendi bilecekleri iştir. Bırakın sarhoşu, yıkıldığı yerde kalsın derim. Biz kendi işimize bakalım. Biz daha müreffeh, daha adil bir Türkiye için seferber olalım. Petrolsüz, doğal gazsız, sömürgesiz, altınsız, tırnaklarımızla kaza kaza yaşamayı sürdürelim. Bugüne kadar pek de güzel yaptığımız gibi.

Ülke olarak Avrupa Birliğine girme sürecimiz bir türlü neticeye eremiyor. Avrupa sizce Türkiye’den neden çekiniyor?

Bütünlüğümüzden derim. Bakın, kırkyama yoksulluk emaresidir, tek parça yorganın karşısında ezilir.  Bir de düşünün Yunanistan girdi de ne oldu?  Sanayi şöyle dursun, ele gelir bir futbol takımı bile çıkaramaz oldular. Bakmayın siz, her şerde ille bir hayır vardır.

Kaynak: Aksam.com.tr

Yorum Yazın